Posted on

(Mese-Lâ)

05.03.2017

Kentav

Arkadaşım Mehmet Kıldıroğlu’na

Fransa, Fransızca… ezcümle Fransız olan her ne varsa bir türlü sevemedim. Mirelle Matheu, Jean Paul Belmando, Brigitte Bardot, Alain Delon, Balzac , Paris, Eyfel Kulesi’ne  rağmen!

Çocukluğum, delikanlılık çağlarım hep Fransa’nın himayesindeki ASALA’nın Türk diplomatlarına düzenlediği  alçakça suikastlerin gazete ve radyo haberleriyle geçti.  Özellikle Fransa’da yakalanan teröristlerin göstermelik mahkemelerde yargılanıp sonra başları okşanarak: “Aferin, iyi yaptın!” dercesine mahkeme binalarının arka kapılarından salıverilmeleri önce bir insan sonra da  bu ülkenin bir evladı olarak  canımızı çok yaktı ve yüreklerimizi dağladı.

Yani dostlar! Fransız kadınının unutulmaz güzellik abidesi Brigitte Bardot’un filmlerde plajlarda salına salına gezinen endamına siyasetin kara gölgesi düştü. Düşlerdeki Paris’i yerle yeksan etti.

Fransız devrimi ve Fransız edebiyatı, Rus edebiyatını derinden sarstığı gibi, Türk edebiyatını da büyülü dünyasına çekti. Bütün bunların ne önemi vardı. Fransa siyaseti ve adaleti biz zamanın gençlerine göre çoktan tatile çıkmıştı. Bu yüzden Fransa sevimsiz, Paris bizim için hayalet şehir, destansı anlatılan Fransız şarap ve kadınları tatsız tuzsuz bir o kadar da çirkindi.

***

Fransa’yla ilgili bütün menfi düşüncelerim yerle bir oldu. Fransa üzerindeki kasvet yüklü karanlık bulutları kaldırıp şehir, sanat ve edebiyatının sempatik ve sevimli çehresini ortaya çıkaran bir Fransızca hocasıyla tanışana kadar…

Fransa artık güzel, gidip de görmediğim Paris muhteşemdi. Henüz okuyamadığım Fransız aşk hikayeleri, şiirleri ruh dünyamın zenginliğiydi. Öncesi ve sonrasında dinlediğim Fransız müziklerinin kulağa hoş gelen o tatlı, naif akustik ve melodik tınısı, aşk kokan ve aşka davet edici cazibesi… Hele Türkçe’ye Arapça’dan giren “mesela” sözcüğündeki son hece  Lâ’…  Fransızca hocasının telaffuzuyla Fransızca rüzgârını estirip kulakta hoş bir nâme bırakması…  Evet bütün bunlar Fransızca okutmanı bir Türk hocanın etkisiyle oldu. Giydiği takım elbise, kibarlık ve centilmenliği, mesleğine saygısının yanısıra derin ve mükemmel derecede Fransızca bilgisiyle…

Dersine itinayla hazırlanır… Fransızcanın temel, orta ya da ileri düzeyde hangi sınıfa girerse girsin bir iki saat öncesinden ders notlarını tekrardan karıştırır, birinci veya ikinci saatte yaptıracağı alıştırmalara tek tek bakar. “Üstad yılların hocasısın. Hangi seviyede ders verirsen ver. Bunu yıllardan beri yapıyorsun. Gözü kapalı anlatabilirsin. Yine de hazırlık yapma ihtiyacı hissediyor musun?” diye sorduğumda; “Evet, her ders kurs saati öncesinde vereceğim dersi kafamda planlarım. Sınıftaki öğrencilerin seviyelerine göre soru ve alıştırma biçimlerini kafamda kurgularım. Bunlara yönelik ders materyallerime son kez bakarak öyle derse girerim.”

Benim Fransızca hocası arkadaşımdan öğrendiğim birkaç melekeden birisi de bu olmuştur. Kendi hocalığımı takdir etsem de böyle bir eksikliği arkadaşımdan öğrenmemin ileriki yıllardaki yararını çok görmüşümdür.  Bir diğer öğrendiğim alışkanlık da, hangi bilimsel disiplinde olursa olsun bir lisans, yüksek lisans veya doktora öğrencisi ya da akademisyen dostumuzun makalesi, tez çalışmalarını okumam istendiğinde hiç tereddüt etmeden alıp okuyup değerlendirmeleri yapmam olmuştur. Bunu da kendisinden öğrendim. Alanı olmayan bilimsel yazılar dahi kendisine verildiğinde hiç üşenmez; okur, inceler eksik yönlerini dile getirir.  Başka disiplinlerde yazılan bilimsel tez veya makalelerin tema, içerik, yöntem ve biçemine de vakıf olmak… “Zamanım yok, okuyamam!” deyip birisini reddettiğini –bildiğim kadarıyla- görmedim. Herhalde üstad buna da dikkat ve önem gösteriyordu. Öğretirken öğrenme… Bu yöntem bana da çok şey kazandırdı.

Öğretmenlik yetenek ve bilgisine gelince… Bir gün Kızılay TÖMER’deki Fransızca katında Türk öğrencilerin B2 düzeyindeki dersine girer. Sınıfta Türk öğrenci grubunun yanısıra elli yaşlarında gözlüklü, kravatlı, orta boylu bir şahıs da bulunmaktadır. “Yönetimin gönderdiği  bürokrat misafir öğrencilerden biridir” diye düşünür. Dersine başlar. Kırk beş dakikalık dersi dolu dolu anlatır. Onun bir başka özelliği de derslerde Aristo yöntemini uygulamasıdır. Öğrencileri sürekli konuşturup yanlış olanı tespit ederek doğru ifadeyi ve anlamı ortaya çıkarma metodunu ders ortamında sık sık uygular. Ders biter ve kursiyerlere çıkması için işaret eder. Öğrenciler sınıftan çıkarlar. Kendisi de kapıdan çıkacağı zaman ardından Fransızca bir ses “Mösyö Güngör bir saniye!” der ve sözlerine devam eder:

“Ben Fransızım ve Fransızca profesörüyüm. Yıllardan beri Fransa ve Fransa dışında birçok ülke gezdim. Bu ülkelerde üniversite ve ilk, orta ve lise öğretiminde Fransızca öğretimi alanında araştırmalar yaptım. Fransızca’yı bir Fransız’dan başka hiçbir yabancının iyi öğretemeyeceğini düşünüyordum. Ta ki bugüne kadar. Sizi tebrik ediyorum. Ülkem ve Fransızca adına size teşekkür ediyorum.

***

O, asla meyve yemez. Sigara ve sıcak demli çayın buharı eşliğinde çalışmaktan, öğrenmek ve öğretmekten keyif alan biridir. Bir özelliği daha vardır ki asla televizyon seyretmez, gazete okumaz. “Koşan atlar”ı sever. Koşan atlarla ilgili gazeteleri alır, diğer sayfalardaki spor, magazin haberlerine hiç bakmaz. Fransızca, roman, edebiyat, sanat ve siyasete dair kitap ve makaleler okur.

1992’li yıllarda TÖMER’e Fransızca okutmanı olarak girer. Yıllar içinde açılan Fransızca kadro sınavlarına (Türkçe, İngilizce ve diğer dillere göre Fransızca kadrosu nadiren sayıca az açılır) başka arkadaşları girer ve kazanır. Kendisi ders ücretli olarak okutmanlığına devam eder. Bu arada ilk ve orta öğretime yönelik komisyonla Türkçe kitap yazarlığı da yapar. Bilkent, Hacettepe gibi üniversitelerden teklifler gelir, reddeder. Sorulduğunda: “Başka bir kuruma asla gitmeyeceğim. Çalıştığım kurum bir gün beni takdir edecek.” diye cevap verir. Nitekim ilk kez TÖMER’de Fransızca kadrosu iki kişi olarak çıkar. Müracaat eder, sınava girer ve birinci olarak kazanır. Kendisini tebrik ettiğimizde: “Bugün şimdi bu kurumdan ayrılabilirim artık.” der.

TÖMER tarafından “Türkiye ve Dünyada Ana Dili Öğretimi” Sempozyumu yapılır. Bu görev TÖMER’de kurulan Bilimsel Araştırma Kurulu (BİLAK) tarafından organize edilir. Bu sempozyumda okutmanlar Özkan, Sibel, Ahu, Şebnem ve bilgisayar uzmanı dizgici Gamze Kantaş, Kadir Şahin gibi arkadaşların emeği büyüktür. Müthiş bir çalışma ve performans gerçekleştirilir.  Amerika,  İngiltere, Arabistan’dan, Rusya, Japonya’ya varıncaya kadar bütün ülkelerde ana dili öğretimine yönelik araştırmalar yapılır. Ortaya çok değişik ve ilginç sonuçlar çıkar. Üstad bu sempozyumda da Fransız ilkokul kitaplarıyla ilgili sunum yapar ve sempozyumu izleyen akademisyenlere parmak ısırtır.

***

Değerli Fransız elçilik erkanı!

Türkiye’den bu zamana kadar sanatçısına, yazarına çok ödüller verdiniz. Ödüller kimi zaman siyasi kimi zaman estetik ve sanat kaygısı taşıyordu. Bu tür uluslararası ödül ve etkinlikler şüphesiz Fransa’nın politikaları ve çıkarlarının gereğiydi.  Fransızca’yı Türkiye’de yaşatan, sevdiren, benimseten; Fransız profesörün ifadesiyle “Bir Fransız’dan daha iyi Fransızca öğreten!” bu meslekte çeyrek asrı deviren akademisyeni  asla göz ardı etmeyin!

Siyasetin kirli dehliz ve tuzaklarından uzak, mesleğine aşık tavır ve duruşuyla, Fransızca bilgisiyle Fransızca’yı Türkiye’de sevdiren öğretim elamanının ödül ve ödülleri çoktan hak ettiğini düşünüyorum. Sadece ve sadece benim dünyamdaki “Karanlık Fransa”yı, “Aydınlık Fransa”ya dönüştürdüğü için…

Üstad, Fransızca ve Fransa seninle güzel ve seninle anlamlı… Telaffuz ettiğin “Mese- Lâ” daki Lâ,  binlerce sözcüğün özet ve estetiğinden dem vurmakta. Adeta dinleyenlerdeki önyargıları tuz buz etmekte. Soğuk ve hissiz kalpleri yumuşatıp siyasetin kirli dünyasını yıkayıp beden ve ruhları arındırmakta.  Ülkeler arasındaki ilişkilerde bir insan ve bir sözcüğün bir hecesi dahi önyargıları yok edip mucizeler yaratabilmekte.

O mükemmel bir akademisyen, övgüyü hak eden arkadaş, dosttu.

O Özdü, candan ve kandandı ve bir de güngördü!