Posted on

19.02.2017

KENTAV/ KAZAKİSTAN

Arkadaşım Mustafa Kalkan’a

Rivayet odur ki vakti zamanında din-i bütün mü’min bir kul, pırıl pırıl akan derenin ayağına kadar getirdiği elmayı bir çırpıda sudan alıp ısırıverir. Tadını damağında hissettiği an birden elma sahibi ve bahçesi aklına gelir. Öyle ya! Bahçe sahibinin müsaadesi olmadan malına, mülküne el uzatmıştır. “Kul hakkına girer. Bana da sahibiyle helalleşmek düşer.” diyerek dere yukarısına doğru elma bahçesini aramaya koyulur. Kısa zamanda dalları dereye sarkmış elma bahçesine ulaşır.

Bahçeye girer. Yaşı başı kemale ermiş bahçe sahibine Allah’ın selamını vererek durumu izah eder. Elmanın bedeli olarak ne kadar para pul istiyorsa hazır olduğunu ve helalleşmek istediğini dile getirir. Bahçe sahibi buna yanaşmaz ancak şartlarını kabul ettiği takdirde razı olacağını kesin bir dille ifade eder. Öncelikle belirli bir vakit yanında karın tokluğuna çalışmasını, kendisinden memnun kaldığı takdirde bir gözü kör, çirkin ve ayağı aksak olan kızıyla evlenmesini ister.

Birinci şart her ne kadar makul gibi görünse de ikinci şart ağırdır. Ne çare ki işin ucunda “kul hakkı” vardır. Rızasız bahçenin elması derilmiştir. Elma, dereye sarkan dallardan düşüp onlarca arşın aşağılara gitse de…

Çaresiz kabul eder. Bir süre bahçe sahibinin yanında karın tokluğuna çalışır. Her işine koşturup müddetini doldurur. Sıra ikinci şartı yerine getirmeye gelir. Evlendikleri gün gelinin duvağını açar. Ay parçası gibi bir yüzle karşılaşınca şaşırır. Hemen bahçe sahibinin yanına koşar. Müstakbel damadının şaşkınlığı karşısında kızının bu zamana kadar bir kez dahi harama bakmadığını, kötü, fesat yola adım atmadığını bir bir anlatır.

Kötü ve kötülüklerle uğraşan insanların zaten kör, hayatları hep kötü ve kötülük yolunda olanların ise ayaklarının aksak olduğunu ve onların aslında bunu fark edemediklerini ifade eder. Çünkü Allah bu tür insanların doğru ve yanlışı, haram ve helali ayırt edemeyen insanlar haline geldiklerini ve kalplerini mühürlediğini söyler. Bahçe kenarındaki ağaçtan dereye düşen bir elmanın peşinden gelip helallik isteyen ben-i âdemin dünya imtihanına ihtiyacı olmasa da yine de zor ve zahmetli bir sınavdan geçmesi gerektiğini kendisine izah eder.  Bu dünya ve öteki dünyanın saadet kapısının anahtarını bulmak kolay değildir. Kıldan ince kılıçtan keskin bir yolu vardır ve ancak bu yolu geçenler bu kapıdan girebilir.

Bu tür menkıbe ve hikayeleri hep geçmişe atfetmişizdir. Günümüz dünyasına ve geleceğe yakıştırılmayan soylu soysuz, hırlı hırsız,  masum günahkâr tüm insanlığı sarıp sarmalayan insanlık tarihinin bu tür emsalsiz hadiseleri; din dil, kültür boyutunu aşıp hukuk, ticaret ve hangi loji bilimi olursa olsun ders kitaplarının başında yer alması gereken temel konulardan biri olmalıdır. Elbette başta kendi vicdan fakültemizde…

***

Yıl 1984… 12 Eylül ihtilali üzerinden koskoca dört yıl geçmiş.  Darbe ve siyasetin kasvetli ağırlığı; sokak sokak, cadde cadde esnaf, öğrenci ve özellikle eğitim camiasının üzerinde hâlâ hissedilmekte…

Irak, İran ve Ortadoğu ülkelerine gıda, ilaç ve canlı hayvan ihracatı çok yoğun bir şekilde ülkenin her bir bölge il ve ilçesinden devam etmekte. Ajanslar devamlı Habur ve Gürbulak sınır kapısında kilometrelerce sıra oluşturan kamyon ve tırların haberlerini vermekte.

Geceli gündüzlü ortak olduğu ford kamyonuyla Gaziantep, Adana ve Türkiye’nin değişik bölgelerinden bulduğu yükle meşakkatli, sıkıntılı bu kervana cezdem da katılmakta. Bu yollar kimi zaman evine iki üç ay uzak ve ırak yollar. Bayramı seyranı çoluk çocuğundan ayrı ekmek teknesinde geçirdiği de vaki…

Eceme hep yalvarırdım “Beni de yanına alsın, başka şehirler başka memleketler göreyim” diye. Cezdem nedendir bilinmez bu isteğime hep kayıtsız kalmıştır. Belki de bir kere bindiğim  kamyon okuldan, aileden alıp başka diyarlara götürür. Okumaz, benzin mazot kokusuna alışır diyedir.

En sonunda beni kıramadı. Uzun ve ısrarlı yalvarmalardan sonra beni de yanına aldı. Çorum’un Alaca ilçesine yakın Yozgat’ın mütevazi bir köyünden canlı koyun yüklendi. Üç kamyonla Gaziantep yolunu tuttuk. Evet artık ben de çaylak bir muavindim. Kamyoncuları hep macera adamı olarak duyardım. Mazot ve alın terinin harmanlanıp sabır taşında dövüldüğü çileli, bitmez tükenmez yollar… Çünkü mesleklerinin adı “macera”ydı.

Fakat üç kafadar kamyoncunun tavır ve hareketleri, tahmin ettiğimiz maceracı kamyoncuların çok ötesindeydi. Bunların macera adamlığının seyir haritası alışılmışın dışındaydı. Anadolu’nun karlı, buzlu yolarının emektar üç kafadar kamyoncusunda dikkatimi çeken ilk davranışları, namaz vakti geldiğinde yol boyundaki kamyoncu tesislerine arabalarını park edip süratle abdestlerini alıp mescide koşuşturmaları olmuştur. Bir diğer husus da biz üç kamyonun muavinleri aramızda çene çalarken çoktan tesisin lokanta kapısından bir el işaretiyle yemeğe çağırmalarıdır. Yemekler lezzetlidir. Genelde kebap türü tercih edilir. Kamyoncunu birinci kuralı; boğazdan hiç kısılmaz. Çünkü bir dahaki yemeğin nerede ve nasıl olacağı belli olmaz. Yağmuru, çamuru, tekerleğin patlaması vd… Hülasa arabanın mazotu, şoförün azığı fırsat olduğunda tedarik edilmelidir.

Üç kamyon yüklü canlı koyun  Gaziantep’te alıcılara teslim edildi.  Vakit kaybetmeden yük ambarların birinden  inşaat malzemeleri yüklenip Hatay’ın Harbiye ilçesi yoluna düşüldü. Aklımda kalan Amik ovasının sulak ve engin ovası. Kıvrım kıvrım yolları aşıp Hatay üzerinden Harbiye’deki inşaat malzemesi satan şahsın ambarına mal indirildi. Kıvırcık saçlı, süpürge bıyıklı yağız patron çıraklarına Hatay tava yaptırdı.  Lezzet ve tat anlamında acısı, yağı, tuzu biberiyle alnımdan şıpır şıpır terler dökülürken iştahla ömrümde yediğim en nefis yemeklerden birisi de budur. Süpürge bıyıklı patron eğer kalırsalar Harbiye şelalesinin yanında boğma rakıyla yine mükellef ziyafet çekeceklerini söylediler. Lakin bizimkiler, o taraklarda bezlerinin olmadığını lisanı üslupla anlatarak yol vermelerini istediler. Bu güzel şehirden yük almadan İstanbul’a karpuz yüklemek üzere Adana yolunu tuttuk. Adana’nın Seyhan ilçesinden tarlaların birinde sabahın şafak vaktiyle beraber karpuz yükledik. Artık İstanbul yolundaydık. Yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştım. Gündüz gece fark etmez şoför mahallinde sıcak havanın getirdiği uyku mahmurluğuyla başım düşmeye başlıyordu. Evdeki rahat yumuşak döşeğimi özlemeye başlamıştım. Kafamın düşmesiyle cezdemin ara sıra “hoca!” diye bağırmasıyla silkinip uyanıyordum. Çünkü benim gözlerimin kapanması cezdemi de etkiliyordu.  Bazen muavin değişikliği yapılarak sohbetin şekli ve şahsı da değişiyordu. Ali ağbi de renkli ve şakacı bir kamyoncuydu. Kendisine: “Ağbi bu uzun yollarda  yılların şoförüsünüz. Elbette uykunun da çaresiniz bulmuştursunuz?” diye sorduğumda hafif gülümsemeyle tombul yanaklarında gamzeleri hemen belirginleşti: “Hoca, bu uzun yolların şoförleri uykuya henüz bir çare bulamadı. Uyku geldiği an üzerine kara bulut, bir tonluk taş gibi çöker. Hiçbir şey yapamazsın. Bedenini, ruhunu esir alır. Uykuyla güreş tutmaya kalkma. “Hele ileride tesis var, oraya varıp dinleneyim.” diye sakın böyle bir hataya düşme. İri kıyım, dev bir pehlivanla güreştiğini düşün. Onu ne kadar oyalayabilirsin! Yapılacak tek şey uykun geldiği an ekmek teknesini emniyetli bir yere çekip iki saat veya yarım saat de olsa kestireceksin. Anladın mı?

Başımı salladım. Evet uykunun tek çaresinin uyumak olduğunu o gün iyi bellemiştim. Gece yolculuğundan sonra sabah şafağında İstanbul’a girdik. Saat ona doğru Topkapı’daki ambarlara karpuzu indirdik. İstanbul’u ilk kez o gün gördüm. Köprüden nasıl geçtiğimizi pek hatırlamıyorum. Bende kalan sadece ve sadece yoğun ve kalabalık bir trafik karmaşası…

Kamyoncuların zamanı değerlidir. Vakit geçirmeden İstanbul ambarından Samsun’daki ambara kırtasiye malzemeleri, kitaplar, ev iş yerinde kullanılacak alet edevat her ne varsa yüklendi. Bu seferki yol Karadeniz yolu. Sungurlu üzerinden geçilecek. Evet Sungurlu’yu da birkaç gün içinde özlediğimi itiraf etmeliyim.  Samsun’a akşam vakti üzeri geldik. Ambarda malı teslim ettik. Yine burada hafızamda kalan her dakika ve her fırsatta ağzından küfür düşmeyen sarı bıyıklı, otuz otuz beş yaşlarında şahıs olmuştur. Bizimkiler onu birkaç kez uyarma ihtiyacı hissettiler. Laf dinler gibi yaptı ama nafile… kurdun kuzuya yemini misali… yine kamyondan mal indiren işçilerin yedi sülalesine okumaya devam etti.

Samsun’dan tekrar boş kamyonla Kavak ilçesine geldik. İlçede çoktan yatsı okunmuştu, sokaklar bomboştu. Karnımız zil çalıyordu. Bir an önce bir lokantaya kendimizi atıp açlığımızı gidermeliydik. Ne çare ki hiçbir lokanta bulamadık. Sadece şehrin biraz merkezinden uzakta bir lokantanın ışıklarını gördük. Hemen oraya seğirttik. Lokantanın birinci katındaki beş altı masa doluydu. Garson bizi içeri buyur ederek yukarıda boş masa olduğunu söyledi. Ali Ağbi önden, cezdemin ardından da ben çıktım.  Ali Ağbi ikinci kata çıkar çıkmaz: “Burası içkiliymiş birader!” dedi. Garson da: “Evet ağbi, içkili lokantayız biz. Bu saatte bizden başka hiçbir lokantayı açık bulamazsınız.”

Cezdemden beklediğim: “Evet, zaten çok acıktık. Sabaha kadar aç kalmaktansa şurada bir şeyler atıştırıp arabalarda uyuyalım.” tarzında bir cevaptı. Doğrusu yorgunluk ve uykusuzluktan adım atacak mecalim kalmamıştı. Cezdemin o kararlı, ikna olmayan sesi aç karınlarımıza yumruk gibi indi: “Yok birader. Sabaha kadar aç kalsak da biz içkili lokantada yemek yemeyiz. Sağ ol!”

Garson: “Gene de siz bilirsiniz ağbi!” sözüyle şoförler arkalarına bakmadan kapıdan çıktılar. Lokantadaki kuru fasulye, yemek kokularını derinden genzime çekerek ben de peşlerine takılıp çıktım. Bir yandan da için için cezdeme kızıyordum. “Ne var be adam içen içsin. Sana ne! Şurada bir masaya ilişip karnımızı doyurup gideceğiz. Bunun ne sakıncası var!”

Cezdem ve Ali Ağbi kendinden emin ve kararlı bir şekilde kamyonu bıraktığımız yere yürüdüler. Yorgun ayaklarla ardından da ben. O gün sabaha kadar aç kaldık.

***

Kayseri yolundayız. O mağrur Erciyes bütün heybetiyle bize yükseklerden bakmaya başladı. Yol boyu ılık ılık esen rüzgâr, huy değiştiren taze gelin gibi yavaş yavaş yüzümüze soğuk soğuk çarpmaya, Kayseri’ye yaklaştıkça soğukluğunu iyice hissettirip üşütmeye de başladı. Nihayet Kayseri girişinde benzinlik, dinlenme tesisleri olan bir yere geldik. Kamyonlarımızı tesisin önüne park ederken atını hızla kasabaya koşturup bara dalan kovboy edasıyla bir ford kamyon acı bir firenle yanımıza durdu. Sonra orta yaşlı, göbekli, yağız bir şoför hızla kamyonun kapısını açıp indi. Cezdem ve Ali Ağbi “Şunun yaptığına bak. Hiç yakışıyor mu? Bari genç olsa ” diye ayıpladılar.

Bu arada ben de çoktan arabadan inmiş sağıma soluma aylak aylak bakınıyordum. Birden lokantanın arka bahçesine gözüm ilişiverdi. Sarısı, kırmızısıyla gelinlik kızlar gibi süslenmiş elma ağaçlarının dalları neredeyse toprağı öpüyordu. Yere patır patır düşen elmaların tazesi ve çürüğünün tatlı, mayhoş kokusu buram buram genzimize geliyordu. Gözümü elmalardan, elma ağaçlarından alamıyordum.  Yer ve ağaçtaki elmalar adeta sarı kırmızı yeşiliyle karnaval havası estiriyordu. Elma kokusu beni mest etmişti ve bu kokuya dayanmak mümkün değildi. Bir çırpıda kendimi elma bahçesine attım. Önce yerde zibil gibi duran elmalar arasından daha yeni dalından düşen elma aradım ve sonra alı sarısı  mı?… Yerden almaktan vazgeçtim. Yaprakları yeri öpen, dallarında pıtırak gibi duran o elmalar varken… Dibine düşen elmayı neden alayım ki!

Hemen sol tarafımda iyice eğilen daldaki en iri kırmızı elmaya elimi uzattım. Kavradım ve koparıp hemen ağzıma götürdüm. Ön dişlerim elmaya geçti ve şerbet tatlısı suyunu dilim ve dişimde hissettim. İştahla elmadan koparacağım büyük bir parçayı yutmak üzereydim. Tam o anda sert, kararlı bir ses: “Hoca bırak o elmayı bırak!”

Bu sesle dişlerim elmada kaldı. Dişlerimi elmadan da alamıyordum. Belki şakadır diye düşündüm. Tereddütlü halimi gören cezdem: “Sana bırak dedim Hoca! Haram, haram hocaaa! Sahibinin izni olmadan asla olmaz.”

Ses tonu kesin, emredici ve kararlıydı. Şaka yapmadığı da “haram” sözcüğünü uzatılması ve kızgın bir ifadeyle bastıra bastıra vurgulanmasından belliydi.

Cezdeme döndüm, elmaya gömülen ön dişlerimi ağırdan çekip ağzımdan uzaklaştırdım. Fakat elmayı hala bırakmıyordum.  Avucumdaki elma yavaş yavaş çözülen elimle aşağıya indi.

Ali Ağbi’den “Yahu Vehbi! Çocuk merak etmiş, gözü düşmüş. Elma yerde zibil gibi. Bir elmanın lafı mı olur! Bırak çocuğun hevesini kırma!” Ya da orada çalışan garson, pompacı veya diğer kamyonculardan: “Gardaş bırak, yesin çocuk. Yerde çürüyor zaten!”  gibi destekleyici sözlere kulak kabarttım ama nafile!

Beni bu aciz durumdan kurtaracak ne bir ses ne bir söz geldi. Cezdemden kaçırdığım gözlerimi son bir ümitle ona çevirdim. Sözlerdeki ifade neyse gözlerdeki de oydu.  Elma, açılan sol avucumun elinden yavaşça yere düştü.

Ali Ağbi, çaresizlik ve zavallılığımın çok fazla uzamasına dayanamamış olacak ki: “Hadi vakit kaybetmeyelim. Bir an önce kursaklarımızı doyuralım. Namaz vakti gidiyor. Namazları kılıp yola çıkalım.” Apar topar lokantaya girdiler. Bana “Sen de gel” demediler. Kısa bir süre öylece kalakaldım. Suçluluk hissini üzerimden atmaya çalıştım. Yerdeki ezik ve çürük elmaların üzerine basarak arkalarından lokantanın kapısından içeri girdim.  Bu arada sağ tarafta masanın kenarında duran grundig marka teypten Esengül’ün o duygulu şarkısı çalıyordu:

“Aşığım bir kuluna. Öleceğim derdinden.”

Hangi zaman ve mekanda olursa olsun Esengül’ün bu şarkısını duyduğumda beni Kayseri yamaçlarına, yol boyundaki bir tesisin arka bahçesine götürür ve  farkında olmadan sol elim ağzıma gider. Sonra elimde  kızıl elmanı olmadığını fark ederim.

***

Kamyoncu Cezdem 16 yaşında köyden çıkar. Bir şirkette kepçe operatörü olarak Kütahya, Balıkesir gibi Türkiye’nin değişik şehir ve bölgelerinde karayol yapımında çalışır. Askere gitmeden önce evlenir. Babasını kaybeder. Genç bir dul anne, iki bacı ve bir biraderiyle ailesinin geçimini sağlamak için gece gündüz yollarda direksiyon sallar. Dört çocuğu olur. Kız kardeşlerini ve erkek kardeşlerini evlendirir. Uzun yıllar kamyonculuk yaptıktan sonra kamyonundan iner ve emekliliğini ilan eder. Hayatı boyunca yolunu bilmediği hastane ve doktor kapısına baş ağrısı ve kalp çarpıntısıyla gider. Doktorlar iki böbreğinin de iflas ettiğini söylerler.  Yirmi beş yıl diyaliz makinesinde hastane kapılarını aşındırır.  Baypas ameliyatı olur.  Büyük kızını evlendirir. İki oğlu ve küçük kızını üniversitede okutur. Büyük oğlu makine mühendisi, küçük oğlu elektrik mühendisi olur. Büyük oğlu doktorasını bitirip saygın bir devlet kurumunda görev alır. Mamafih küçük oğlu da… Küçük kızı da Selçuk üniversitesi iktisat Fakültesini dereceyle bitirir.

***

Hayatında ilkeleriyle yaşamış, hak bildiğini her yer ve mekânda söylemekten çekinmemiş, ailesi için bir ömür boyu çalışıp didinen ata abidesi…

Günümüz dünyasında sokakta hiç kimsenin görüp bilmediği bir ortamda içi para ve ziynet eşyası dolu çanta görse dahi aklından bir saniye bile “belki!” diye geçirmeyeceğine ve haram olana asla tamah etmeyeceğine inandığım nadir insanlardan biri…

Kırgızların ifadesiyle: “Cezde! Topuragın torko bolsun!”