Posted on

Prof. Dr. Ahmet Güngör

Ortaokul öğrencilik yıllarımda Türkçe Dilbilgisi yardımcı ders kitabında “Okumak Uğruna” adlı romandan okuduğum kısa bir pasaj, eğitim-öğretim hayatımı derinden etkilemiştir.

Köleliğin hız kesmediği 1850’li yılların Amerikası… Kırbacın gölgesinde karın tokluğuna pamuk tarlalarında çalışan Afrikalı karı koca, biricik çocuklarının kendileri gibi ziyan olmasını istemezler. Kölelikle ilgili kanun ve kuralları yumuşatan komşu vilayette zencilere de okuma hakkı verildiğini duyarlar. On dört yaşındaki çocuklarının özgürlüğe, eğitim bilimin aydınlık yoluna çıkması ve kaçması için gizlice planlar yaparlar.

Çocuk bir fırsatını bulup eli silahlı köle avcılarından saklanarak aç bi ilaç, ayakkabısız günlerce yaya yol alır. Kimi zaman tren vagonlarında saklanır, kimi zaman virane kulübelerde… Yüzlerce kilometreyi kat ettikten sonra sora soruştura zencilerin de okuduğu komşu vilayetin okuluna nihayet ulaşır. Yorgun ve bitkin halde müdürün kapısını ürkekçe çalar. Uzak yollardan gelip okumak istediğini söyler. Orta yaşlı müdür, gözlüğünün üstünden perperişan, güven vermeyen çocuğu baştan ayağı süzer. Yine de ona bir şans vermek ister. Yerinden kalkıp kendini takip etmesini işaret eder. Koridorun tahta zemininde yürüyerek en son sınıfın kapısını açar ve kirli, tozlu sınıfı temizlemesini, bir saat sonra gelip kontrol edeceğini söyler. Köşedeki bez, kovaları işaret eder ve sınıftan çıkıp gider.

Zenci çocuk açlık, bitkinliğine aldırmadan kan ter içinde sınıfı, masaları temizler. Bu onun ayaklarındaki prangalardan kurtuluşunun, okuyup adam olma yolunun anahtarıdır. Müdürün odasına giderek sınıfın temizlendiğini ifade eder. Müdür tekrar yerinden kalkıp sınıfa gelir. Pırıl pırıl parlayan zemindeki ilk sıranın üzerini işaret parmağıyla yoklar. Çocuğa dönüp bakar. Müdürün ciddi suratındaki memnuniyeti fark eder. Müdür tekrar kendini takip etmesini ister. Açlığı, çıplak ayaklarıyla kilometrelerce yürüdüğü tozlu, taşlı yolları çoktan unutmuştur. Teninin ve tahta zeminin siyahlığını aydınlığa dönüştüren kapının ardına kadar açıldığını hissederek özgürlük yolundaki ilk adımlarını atar.

Her asır, her dönemde okul, eğitim, bilime seçkin insanlar sıkıntı çekmeden kolayca ulaşırken toplumun yoksul, ötelenmiş ve örselenmiş kesimi bundan mahrum olagelmiştir. Alt tabakadan gelen insanların üstün zekâlı, dahi çocuklarından çok azı ancak ilmin bilimin nimetinden yararlanabilmiştir.

Ülkemizde ilk, orta ve yükseköğretimde okuyacak çocuk ve genç sayısı her geçen yıl artmaktadır. 1-25 yaş arası 25 milyon gencin olduğu ülkemizde yıl yıl açılan ilk, orta ve lise okul sayısı yetersiz kalmakta ve büyükşehirlerde sınırlı sayıdaki üniversite kapılarının önünde milyonlarca genç yığılmaktadır.

 

Yılda iki buçuk milyon kadar gencimiz üniversite sınavlarına girmekte… Bir milyon yedi yüz bin gencimiz beton bir duvara toslar gibi çarpıp geri dönüyor, hayallerini başka bir bahara bırakıyor. Yaşadıkları sıkıntılar, stresli haftalar ve dershane, kitap, hazırlık sınavları için ailelerinin giyim kuşam, kursaklarından tasarruf ederek harcadığı on binlerce liralık masrafı artlarında bırakarak, arzuladıkları mesleği yapmak ve bilim yoluna düşmek için bir kez daha diyerek…

Ülkemizin yakın tarihine baktığımızda uykusundan, tatilinden feragat ederek bin bir zahmetle girdiği üniversite sınavından geçerek tıp, mühendislik, hukuk gibi saygın üniversitelerin fakültelerini kazanan kız öğrenciler başörtülü diye analarından emdikleri süt burunlarından getirildi. Kampüse girseler, fakülteye; fakülteye girseler derslere alınmadı. Amfilerden karga tulumba çıkarılıp üniversite kapısının önüne koyuldular. Bu gençlerin, cefakar ailelerin, ülkenin emekleri ve geleceği yok yere heba edildi. Yine bu vatanın her bölgesinden bin bir meşakkatle büyükşehirlerdeki üniversiteleri kazanan gençler, büyükşehirlerde barınma, yurt, ulaşım ve maddi sıkıntılar nedeniyle, hasta anne babası, kardeşine bakmak ya da taşrada çalışıp evini geçindirmek zorunda kaldığı için kasabasından ayrılamadı. Daha birçok nedenlerle yüksek tahsillerini tamamlayamadı, ya da gidip yarıda bırakmak zorunda kaldı. Üniversite kapısından dönen gençlerde travmalar, strese bağlı agresif davranışlar ve ardından intiharlar baş gösterdi!

Bu hazin tablo, yıllarca yaşandı ve yaşatıldı. Gençlerin sınav öncesi yaşadıkları ızdıraplı süreç aynı zamanda aileler, toplum ve bu ülkeye dayatılan eğitimin acı reçetesiydi. Okuldaki eğitim yeterli görülmeyerek özel dershaneler açıldı. Veliler kursaklarından, sofralarından, giyeceklerinden kısarak milyonlarca paraları akıttılar. Orta gelirli ve hal vaziyeti iyi aileler de özel hocalar tuttular. Tek aşamalı sınav, iki aşamalıya dönüştürüldü. Üniversite kapılarında yıllar geçtikçe yığılmalar karşısında açık öğretim üniversiteleri imdada yetişti. Ancak bu da derin yaraya melhem olmadı. Milyonlarca liralık masraf ve özveriye rağmen ailelerin bütçesi sarsıldı.

2000’li yılların sonuna gelindiğinde mızrak çuvala sığmaz oldu. Eğitimde fırsat eşitliği, toplumun belirli bir kesimine daha “katmerli fırsat” sağlarken başörtüsü yasağı, ekonomik ve diğer nedenlerle dar gelirli ailelerin çocuklarının önüne de “fırsatsızlık duvarını” çıkardı.

Ülkede hükümet değişti. Büyükşehirlerdeki üniversitelerin öğrenci kontenjan sınırı, akademik personel sayısının yetersizliği gelişen, büyüyen ülke için tehlike çanlarını çaldırmaya yetti. AK Parti, daha iktidara geldiği ilk yıllarda Türkiye’nin büyükşehirlerindeki kalburüstü onlarca üniversitenin şehre getirdiği trafik, yurt, barınma sıkıntılarını gördü.

Mevcut yönetim, bu millet ve bu devletin ekonomi, güvenlik vd. sorunları arasında geleceğimizin teminatı çocuk ve gençlerin sorunlarını merkeze aldı ve ivedilikle üzerine gitti: “Yüzbinlerce genci şehirlere taşımak yerine, üniversiteyi öğrencilerin ayağına getirmek!”

2002’ye kadar Türkiye’nin 40 ilinde 53 devlet üniversitesi varken üç yıl gibi kısa zamanda 41 ile 41 üniversite kuruldu. Mayıs 2008 itibarıyla Hakkari’de kurulan üniversite ile üniversitesiz şehir kalmadı.

İlçelere varıncaya kadar fakülteler ve yüksekokullar, spor salonları, kütüphaneler, konferans salonları kuruldu. Buradaki üniversitelere akademik kadro ve personel ihdas edildi. Bazı taşra şehir eşrafı ve esnafı, iktidarın ayağına kadar getirdiği eğitim- öğretim fırsatını iyi değerlendirdi.

Örnek mi? İşte Kayseri! Üniversitenin bir fakülte binasına ihtiyaç duyulduğunda hayırsever bir iş adamı kolları sıvayıp bütün masraflarını karşıladı. Başka bir iş adamı da içindeki tefrişatı. Devlete yük olmadan, ödenek geldi gelecek diye beklemeden kampüs, spor sahası, kütüphane… Şehir eşrafı üniversiteye sahip çıkınca ardından daha ikinci, üçüncü üniversite geldi. Devlet millet iş birliği, eğitim dünyasına böyle yansıdı. Kendi çocukları, akrabaları, hemşehrileri, köylüleri ilim bilim alacak, karanlıktan aydınlığa hep birlikte çıkacaklardı. Eskişehir, Kayseri gibi şehirler devlet üniversitesini yeterli görmedi, özel üniversiteler açılması için de canla başla çalıştılar.

Şüphesiz yeni kurulan bu üniversitelerin birçok problemi vardı. Bu problemler aşama aşama giderilmeye, ivedilikle çözülmeye başladı. Üniversiteler önce doğdu, apalayıp ayağa kalktı, yürümeye başladı. Artık koşmaya başladığı an geldi.

Mevcut hükümetin cehaletin belini kırmak, karanlıktan aydınlığa çıkmak için eğitim, bilimi tabandan tavana yayma, okumak ve aydın birey olmak isteyen her gence eğitim fırsatını verme çaba ve kararlılığına ilgili ilgisiz şahıs, dernek ve siyaset cenahı vakit kaybetmeden cephe aldı. Eğitim-öğretim ve aydınlık yolundaki bu kutsal mücadele; haksız, yersiz ve mesnetsiz eleştirilerle boğulmaya çalışıldı.

Her ile üniversite kurulur muymuş? Hocası olsa binası yok, binası olsa hocası yok vd. Yeni doğan çocuğun hemen koşması gibi bu üniversitelerin de mazisi yüz, yüz elli yıllık üniversitelerle yarışması istendi.

Taşra üniversiteleri şehirleriyle artık bir yarışın içine girmiştir. Önce eş zamanlı kurulan bölge üniversiteleri ve daha sonra mazisi 50-100-150 yıllık büyükşehir üniversiteleriyle… Soluk ve nefesleri yeterse, dünyadaki saygın üniversitelerle…

On sekiz on dokuz yaşında Olimpiyat Şampiyonu Muhammet Ali, profesyonel boksörlüğü boyunca kendi klasının altında birçok boksöre ringde dövüşme fırsatını verir. George Chuvalo, Ernie Terrell, Ron Lyle, Leon Spinks vd…

Muhammed Ali’yle ilgili belgeselde, rakipleriyle yapılan röportajlarda sıradan bir boksör olarak ringe çıkma fırsatı verdiği için minnetle adını anarken duygulanırlar. Sevgi ve saygılarını her fırsatta dile getirirler. Çünkü bu boksörlerin çoğu büyükşehirlerin arka sokaklarında suça bulaşmış, hapislerde yatmış fakir ailelerin çocuklarıdır. Yaptıkları bu müsabakalar sayesinde adlarını dünyaya duyururken hatırı sayılı paralar kazanırlar. Suça bulaşmaktan kurtulup ailelerine mutlu bir gelecek sağlarlar. Muhammed Ali, kör kuyulardan onları çekip çıkaran eldir, karanlık dünya ve yarınlarına tutulan bir ışıktır.

Son hak dini İslamın “Oku! Yaradan Rabbinin adıyla oku!” emri ve son peygamberin “İlim Çin’de de olsa gidip öğreniniz!” sözünün düstur ve prensibi; yoksul veya zengin, ırk, dil, ten gözetmeksizin her gencimizi bilim yoluna davet etmektedir. Mevcut iktidar, yokluk ve yoksulluk içindeki parlak zekâ ve dehalara karanlıktan aydınlığa çıkışın kapılarını açmıştır. Bu davet yolundaki engelleri, mesafeleri bir bir kaldıran hükümet ilimi, ilim adamını şehirlere kasabalara kadar getirerek gençlere altın fırsatı sunmuştur. Büyükşehirlere gidip yurt, kira, gıda ve yol masraflarını ödeyemeyen ailelerin çocuklarına kolejlerde okuyan, özel hocalarla sınavlara hazırlanan zenginlerle yarışma, rekabet etme zemin ve zamanını hazırlamıştır. Hayalini kurduğu doktorluk, mühendislik, diplomatlık mesleğiyle ilgili plan projelerinin yoluna ışık tutmuştur.

Her genç, taşradaki her üniversite ve bölge insanları kendi başarı hikâyelerini yazmak zorundadır. Bu hikâye yok sayılanların, yarış pistine, ringe çıkmasına dahi fırsat verilmeyenlerin hikâyesidir. Mevcut İktidar, Devlet Baba da gençlere hayata tutunmanın yolunu göstermiş, özel okul ve dershanelerle hazırlanan büyükşehirli gençlerle yarışabilme, aynı pistte koşma, aynı minderde güreşme ve dünya insanı olma fırsatını vermiştir. Başarının anahtarını ellerine vererek önlerinde kaya gibi duran kapının paslı anahtarını açıp kırıp atmak üzere…

Hükümet ve devlet üzerine düşen görevi yapmıştır. Artık son söz bölge insanında… Cehalet, bağnazlıktan kurtulmak, bilim, sanat ve kültürün harman olduğu bir şehirde yaşamak, çocuk ve torunlarının aydın ve saygın bireyler olmalarını istiyorlarsa şehrin sivil toplum kuruluşları, valisi, belediye başkanı, bürokratı, esnafı, evini öğrenciye kiraya veren ev sahibine kadar üniversitelerine sahip çıkmak zorundadır.

Alanında başarılı, entelektüel, ulusal, uluslararası etkin ve yetkinliğe sahip akademisyen hocaları davet ederek… Hemşehricilik yapmadan başka şehir ve uluslardan gelen akademisyenlere kol kanat gererek, dışarıdan gelen öğrencilere sosyal, kültürel zemin ve imkanlar sağlayarak… Uluslararası düzeyde başarılı, tanınmış kendi hemşehri akademisyenlerine konferanslar verdirerek…

Kırsalda, kasabada bilim, medeniyet olur mu? Şüphesiz! Yazın soğuğun, kışın sıcağın kavurduğu çöl iklimindeki Semerkant, Buhara şehirlerine bakınız. Dahası ot bitmeyen ancak sanat ve bilimle İrem bahçesine dönüşen Tebriz, Otrar şehirlerine… Farabi, Maturidi, Birunileri yetiştiren bölgelere… Kurulan medreselerde bugün bile edebiyat, sanat ve müzik icra edilmekte, nice sanatçılar yetişmektedir. Yeter ki bölge insanı bin bir fedakârlık ve özveriyle üniversitelerine sahip çıksın! Bilgili, donanımlı akademisyen, hocalarına gereken desteklerini versin!