Posted on
12.03.2017

Kentav

Arkadaşım Ali Daşman’a

Vatan ve din kavramı bireyler için ne ifade eder? Şüphesiz bu sorunun cevabı; muhatabının kimlere göre olmasının yanısıra bireyin eğitim, kültür düzeyi yetişmiş olduğu ortam, dünyaya bakışı vd. özelliklerine de bağlıdır.

Toprak ve ülke sevgisine dair ilkokuldan üniversite yıllarına kadar okumuş olduğumuz şiirler, öyküler, seyretmiş olduğumuz filmler hafızamızda anlık izler bırakmıştır. Tekrara düşen anlatılar, basmakalıp ifadeler, söylemler; anlatıcının ve dinleyicinin samimiyet ve gönül dünyasını kimi zaman şimşek,  yıldırım ve  kimi zaman da mum ışığı parıltısıyla aydınlatmıştır.

 

Bütün bunlara rağmen tarih ders kitaplarında Hun Hakanı Mete’nin unutulmaz sözü hafızalarımızdaki dirilik ve canlılığını hiç kaybetmemiştir: “Atımı isteyin vereyim, eyerimi isteyin vereyim. Eşimi, çocuğumu isteyin vereyim. Ancak vatanımdan bir karış toprak isteyin vermem.”

Çocukluk yıllarında defalarca okuyup ezberlediğimiz bu sözün anlamındaki derin yapıyı algılamakta güçlük çektiğimizi de burada önemle vurgulamak gerekir. Mete çok sevdiği atından, eyerinden vazgeçiyor. Çok doğal görünen bu fedakârlıktan sonra hanımından ve çocuklarından da geçiyor. Ne için ve kimin için? Bir karış avuç içi kadar toprak uğruna…

Çocuk saflığı ve bilgi dağarcığıyla bir babanın eş ve çocuklarını bir avuç toprağa feda etmesi…  Mete’nin bu uğurda hiçbir tereddüdü yaşamadığını görüyoruz. Cümledeki kesin yargı bunu ifade ediyor.

O halde  meselenin alışılmış, ezberci anlatımından ziyade temelde şu soruyu sormak gerekir: Vatansız olmak, vatansız kalmak nasıl bir duygudur?

Vatan, ülke, devlet kavramını anlatan tarihi, sosyolojik, edebi kitap, resim, müzik ve sinemaya dair her ne varsa… hiç biri yukarıdaki soru kadar bizi derinden etkilememiştir.  Bir anda insanın ruh dünyasını artçı depremlerle derinden sarsan buna benzer sorular… Hangi ırk ve dinden olursa olsun bir insanın vatansız olabileceği korkusu… annenizi, babanızı, tüm sevdiklerinizi kaybedebilirsiniz. Bir trafik kazası, ansızın gelen bir deprem, sel baskını, tsunami, boran, tayfun… bir anda sizden bir çok şeyleri alıp götürebilir. Ayağınızın altındaki toprak yoksa… Sıcak ve soğukluğunu hissedemiyorsanız. Güvendiğiniz malınız mülkünüzle kuru bir yaprak gibi bir oradan bir buraya savrulurken bir gün öldüğünüzde gömüleceğiniz bir toprağın olmaması ya da cesediniz yakıldıktan sonra küllerini bile savuracağınız bir dağ veya ırmağın yokluğu… Bir yere ait olamayışınız…

Doğal kabul edilip kanıksanan kavramın, yokluk ve hiçliğinin olabilirliğini sorguladığımızda Hun Hakanı Mete’nin sözünün derinliğindeki saf ve berrak anlam; benliğimizi ürpertip beynimizi sorular yumağı içinde boğmaktadır.

***

Türkçe öğrenmek üzere bir yabancı AÜ TÖMER Kızılay Şubesinde öğrenci işlerine kayıt yaptırmak ister. Öğrenci işlerindeki memure kızımız mütemadiyen hangi ülke vatandaşı olduğunu sorar.  Çünkü pasaportunun üzerinde BM damgası vardır. Beyefendi de bir ülkesi, vatanı olmadığına dair İngilizce ve kırık Türkçesiyle durumu izah etmeye çalışır. En sonunda  geride masada duran şef duruma müdahale eder. Yabancı kursiyer adayın kaydını alır ve daha sonra mesai arkadaşına döner: “Beyefendinin ülkesi ve vatanı yok. Senin anlayacağın vatansız.  Böyle dünyada 2000-3000 kadar insan o ülkeden bu ülkeye savrulup gitmekte ve gördüğün gibi BM pasaportu taşımaktadır. Kızım  ısrarla ülkesini sorup durma adama!”

Vatan, olduğunda vatan. Olmadığında hüsran! Bütün bunlarla birlikte bulunduğu ülke ve vatanın değerlerini reddedip fırsat bulduğunda ortak değerleri aşağılayıp düşmanca tavırlar takınıyorsa, dinlediği türkü ve şarkılar his dünyasına hitap etmiyorsa, aynı idealleri paylaşmıyorsa… vatan sevgisi kavramı o birey için tamtakır kuru bakırdan ibaretse…

Ekmeğini yiyip suyunu içtiğiniz ülkenin her türlü nimetlerinden faydalanacaksınız. Ancak iş dert ve soruna gelince sorumluluktan kaçacak, duyarsız ilgisiz olacak gerektiğinde problemleri problem yumağı haline getirip ülke insanlarının başına çorap öreceksiniz. Şüphesiz bu da farklı minvalde ele alınması gereken bir konu.

Kazakların bu konudaki bir atasözü gevşek ve hantal ruhlarımızı titretip kendine getirmeye yetmektedir: Kazaktın kamın cebegen nanın da cebesin! (Kazakın derdini dert etmeyen ekmeğini de yemesin!)

Vatanın vatanlığı vatansızlıkta anlaşılıyor. Yaradan, yarattığı hiçbir kulunu vatansız bırakmasın!

***

Din konusuna gelince…

Bütün dünya halklarının kültür ve inanç dünyasında tartışmasız “en önemli”, “saygın”,  “hayatın anlamı”, “benliğin özü” vd. daha nice tanım ve terimlerle vücut bulan bir kavram… Aynı zamanda özü esası itibarıyla tabi oldukları birey ve toplumlar tarafından iyi anlaşılamadığında art niyetli şahıs, kurum ve kuruluşlarca yol haritaları değiştirilen, rayından saptırılan, istismara müsait keskin virajlı uzun bir yol…

Özellikle İslam toplumlarının geçmişte ve bugün de düştüğü tuzaklar zinciri neticesinde yaşadıkları sefalet, yıkım, hüsran; ayan beyan bunun ispatıdır. İnandığın dinin değer ve yargılarını hayat, insan sevgisi, hoşgörü, adalet, hukuk vd. içeren mekanizmasını iyi kavrayıp  sindirdiğinizde başka dinleri asla ve kat’a bir rakip bir düşman olarak görmezsiniz. Yaradanın gökyüzündeki güneşinin sizden olmayan insanlar ve canlıları da aynı etki ve oranda aydınlattığını fark edersiniz.  Bu bilgi ve anlayış sizi daha kemale erdirir, pişirir ve gönül dünyanızı enginleştirip zenginleştirir. Kin ve nefret duygularınızı yok eder, öfke ve hasisliklerinizi törpüler.

Ramazan günü oruç tutarken bir Alman, Rus veya başka bir ırk ve dinden dostumuzun  yanımızda sigarasını tüttürmek veya bir şeyler atıştımaktan imtina edişine ya da farkında olmadan bir şeyler yerken hemen özür dilemesine çok zaman şahit olmuşuzdur. Keza Rus komşu ailenin bir sabah kapınızı çalıp ramazan veya kurban bayramınızı içtenlikle tebrik ettiği de çoğu kez vakidir.

***

Validenin beyanına göre Alaca’nın Kalecikkaya Köyüne  1970’li yıllarda bir grup Alman turist kafilesi gelir. Sırtında sırt çantaları, bisikletleriyle…  Akşam vaktidir. Köylü ahali evde onları ağırlamaya çekinir. Şahin Hoca –alim sıfatını hak eden nadir münevverlerden biridir- onları evine buyur eder ve birkaç gün ağırlar. Köy halkı Şahin Hoca’ya sitem eder: “Niçin bitli gavurlara evinin kapısını açtın? Sen hoca adamsın, sana yakışır mı?” Şahin Hoca bu sözleri kulak ardı eder. Turistler memleketlerine dönerler.  Yıllarca Şahin Hoca’nın çocuklarına Almanya’dan hediyeler gönderilir…

Dostlar, hoşgörü ve iyi niyetin sınırları ırk, dil, din tanımıyor. Din, siyasi politikalara kurban edilmediği takdirde birey, toplum ve milletler şu veya bu şekilde “insanlık dili”ni arayıp buluyor.

Onun yoluna düşüp yürüyebiliyor, hasbihal edebiliyor. Yeter ki  yoldaki dikenler, barikatlar, engeller kaldırılabilsin… En azından kaldırabilme temayülü, şevki olsun.  Bu uğurda inanana özgürlük verilebilsin.

Mamafih İnanç ve ibadet özgürlüğü insanın temel haklarından biridir. Bir toplum ve bireyi bu haklarından mahrum ederseniz veya çeşitli engeller çıkarsanız dahi sindiremezsiniz. Tam aksine o inancı ve inananları daha da yüceltir, büyütürsünüz. Tıpkı batının İsveç’inde, Danimarkası’nda bugün müslümanlara ve ibadethanelerine reva görülenler gibi… caminin minaresi yok şu kadar olacak, hoparlörün sesi yok bu kadar desibel olacak! Bununla da kalmayıp müslüman kız ve kadınların başörtüsüne yönelik ıvır zıvır yasaklamalar. Dünyanın hangi bölgesinde ve köşesinde yaşayan insan  olursa olsun bu tür yasaklamalar –bir başka ifadeyle insanı ve insanlığı aşağılamalar- önce insanlığın daha sonra müslüman dünyasının canlarını acıtmakta, ruhlarını  yaralamaktadır.

Bununla birlikte kendini müslüman kisvesine sokan ve bu kisve altında başka din ve dindarlara hunharca saldırıları yetmezmiş  gibi  topyekün müslümanları da hedef alan  terör örgütü; insanlık tarihinin en eski, en anlamlı ibadethane sanat ve estetiğin şahikası  buda heykellerini top ateşine tutup  paramparça ederken kelebek etkisinde Myanmar  müslümanlarının sırtında kızgın kırbaç olarak şakladığının farkına neden varmaz! Masum, dünyadan habersiz sabilerin it eniği gibi sokakta öldürülüşüne neden duyarsız kalır!  Çünkü onlar kimin ve neyin kutsalı olura olsun saldırıp yok etmekten başka bir şey düşünmeyen insanlık düşmanlarıdır. Kalpleri taşlaşmıştır, göz ve kalpleri mühürlenmiştir. Eğer öyle olmasaydı kimi topluluğun kutsalı ve insanlığın mirası olan bu heykelleri gözleri gibi korurlardı. Başka insan ve toplulukların da kendi inandıkları ve benimsedikleri kutsala saygı göstermeleri için. Tabi inanç ve kutsalları varsa… Vaveyla!

***

Çocukluğumdan beri yalnızlığı severim. Kitaplarım olduğu müddetçe… kimi zaman üç dört gün evden çıkmamışımdır. Kitaplarım vefalı dostlarımdır. Küsmez, kapris yapmaz, darılmazlar. Hep bir şeyleri cömertçe vermiş ve asla benden bir şeyler almamıştır.  Kitaplarım, yalnızlığımın kadim ve vefalı yarenleri olduğu müddetçe de ben hep kalabalıkları yaşamışımdır.

Ancak, bir mescidin son bekçisi olarak ölene kadar kâfirler arasında  tek bir mümin sıfatıyla kalma korkusu rüyalarıma girmiştir. Frengistan elinin bilmem ne ilçesinde minaresi yıkık, mihrabı dökük ve her şeyden öte kapısından içeri giren bir müslümanın dahi olmadığı bir caminin sadece ve sadece bir müdavimi olarak kendimi düşündüğümde…

Sağımda solumda cadde cadde, sokak sokak gayri müslimlerin dolaştığı, şehrin her köşesinde kiliselerin yer aldığı ve her pazar ayinlerinde çoluk çocuk, yaşlısı genci insanların bu kiliselere girip çıktığı zaman… ve benim mescidi hiçbir zaman terk edemeyişim. Kendimden başka hiçbir dostumun olmayışı… Kimbilir kaç kere mescidin direklerine sarılıp öpüp ağlamalarım. Gökyüzünde uçan turna kuşlarından, leyleklerden medet arayışım. Avuçlarımı açıp Yüce Yaradan’a yalvarırken, dua ederken yanımda veya arkamdan “amin!” sesine özenişim. Dindaş bir kardeşimin nefesine, sesine, sözüne hasret kalışım. Bu gönüllü tutsaklığa ruhum ve bedenimle rıza gösterişim. Şu dünya denilen yeryüzünde bu öksüzlük abidesi mescidden başka gidecek yerim, sığınak ve barınağımın olmayışı…

Orta okul öğrencisiyken duyup öğrendiğim bir hadise  beni bu korku ve yalnızlığın pençesine zaman zaman düşürmüştür. Olayın baş kahramanı da Sungurlu kadın kızanının “Osama Halası!”… Adını ve hikayesini duyduğum bu kadını hep tanımak, konuşmak istemişim ve ne acıdır ki bu arzuma nail olamamışımdır.

Lise, üniversite yıllarından sonra da bendeki duygu ve inanç dünyamda derin etkisi hiçbir zaman kaybolmadı. Şu sorular beynimi her zaman kemirmiştir: “ Ben onun yerinde olsam doğduğum yerleri bırakıp başka ülkelere gider miydim?”, “İnancım gereği başka inanca bağlı güruha katılır mıydım?”, “Yoksa yurt edindiğim mescit, camiden hiçbir yere gitmez miydim?”

Osama Hala’nın kendisinin ve inancının yalnızlığını ancak ve ancak yutdışına görevli olarak gittiğimde anladım. Birkaç gün sonra bende ve benimle eksik olan bir şey vardı. “Ezan sesi!”… Sağımda solumda aileler, öğrenciler. Çocukluğumuz ve gençliğimizin komünist Rusyasının dağılışının birkaç yılıydı. Dolayısıyla din ve dine dair her konu ve ritüele şüphe ve korkuyla bakıldığı bir zamandı. Elçilik çalışanları, yeni yeni piyasada boy gösteren Türk esnafları, birkaç öğrenci ve elbetteki Ahıskalı soydaşlar. Evet beraberdik, sohbet edebiliyorduk. Günde beş vakit  duyduğumuz ezan sesine hasret kalmıştık.

Gurbetçi Alamancıların çoluk çocuklarıyla Kurban ve Ramazan bayramlarında memleketlerine geldiklerinde camileri hınca hınç doldurması boşuna değilmiş. Tanıdığımız bu Alamancılar öncesinde ibadetine düşkün müminler değildi. Ancak Türkiye’ye dönüşlerinde camilere akın etmeleri beni şaşırtıyordu. Ezan sesinin eksikliği çok önemliydi. Bu eksiklik tam da bana Osama Halanın bizzat kendisi, iman ve ibadet noktasında yalnızlığını hatırlatıyordu.

Osama Hala, 1956’lı yıllarda yaşanan hadiselere rağmen anne babasıyla Sungurlu’da kalmış. Doğduğu toprakları terki diyar eylememiş. Kocası Kaşif Emminin hanımının (Meliha Yengenin) babasıyla kasap dükkanına ortak olup işletmiş.  Kocası, anasından birkaç yıl önce genç yaşında dünya değiştirmiş. Babası da uzun yıllar Sungurlu esnafınca tanınan bir terzi olarak çalışmış ve bu şehirde vefat etmiş.

Ana, baba ve koca öldükten sonra –haliyle çocuk da olmayınca- şu soru haliyle beynin meşgul etmiş: “Bir tek dindaş ve kandaşının kalmadığı bir şehirde tek başına ve yapayalnız yaşamak mı zor yoksa  adını sanını bilmediği dili, havası, suyu kendine yabancı memleketlere gitmek mi?”

Beraber oynayıp güldükleri arkadaşları, akranları her nasıl olsa kendine kol kanat gererler diye düşünmüş. Üstelik yaşı da elliyi geçmiş. Başka memleketlerde yeniden kök salmanın da imkanı olmadığını görmüş.  Kısacası Sungurlu’da doğup Sungurlu’da büyüyen Osama Hala kaderine razı olmuş. Fransa’dan uzaktan akrabaları gelmiş.  “Gel seni buralardan alıp götürelim. Kimin kimsen kalmadı. Bu yaban ellerde ne yapacaksın?” dediklerinde: “Doğduğum yer de burası doyduğum yer de burası. Oralara varıp da neyleyim?” demiş.

Ölene kadar Sungurlu’nun muhacir mahallesi olarak bilinen Akçay Mahallesinde yaşamış. Evi kilisenin bitişiğindeymiş. Kilisenin avlusunda çek yat varmış. İçeriye müslüman ahalinden hiç kimseyi almazmış. Orada göz, nazar değenleri okuyup üflermiş. Esnemeler eşliğinde anlaşılmayan dualar edermiş. Oraya gelenler de Osama Hala’nın nefesiyle nazarın geçtiğine inanırlarmış.  Adamın birisi çatıdan inip kötü emellerini gerçekleştirmek istemiş. Bağırıp çağırarak komşularını başına toplamış. Canını ve ırzını komşuları sayesinde kurtarmış.

Öldüğünde Sungurlu’da gayrı müslimlerin gömüldüğü Sarıtepe mezarlığındaki bölüme gömülmüş. Hiç çocuğu olmamış. Namaz bezi örtermiş. Anneme ve şehrin önde gelen dindar hanımlara vasiyeti gereği hem anasının hem kendisinin defin merasiminde cenazelerinin  yıkanmamasını ve mezara yüzükoyun kapaklanıp yatırılmasını rica etmiş. Öldükten sonra da ölümünün birinci haftasına denk gelen Cuma günü toplantısında kendisi için  dua etmelerini istemiş.

Kur’an tilavet ve ilahi okuma faslından sonra Osama Hala için de dua ettiklerini bizzat annemden dinlemiştim.

***

Canım anneciğim şehirdeki kadınların Cuma toplantılarına gider okunan  ilahiler, Kur’an ve mevlidlere iştirak ederdi. Fıkıh, hadis, tefsir konularında bilgi ve birikim sahibi hoca hanımlar kadınlar meclisinde sohbet eder, dini konularda kadınları aydınlatırdı. Bütün bunlar, her şehir ve köy kasabada mahallelerde kadın meclisinin ibadet konusunda yaptıkları amellerden biriydi.

Anneciğim: “Bizim toplantılarımızda Kur’an okunur, kadınların bilmesi gereken ibadetle ilgili konular hakkında bilgi verilir, mevlit okunur. Hep birlikte okuduğumuz Kur’an ve dualar için eller havaya kaldırılır. Yalnız bizim Kur’an sohbetlerimize Akçay Mahallesinden bir hatun daha katılır. Başında tülbentiyle, bütün mütedeyyin haliyle… meclisimize yaraşır elbisesi kıyafetiyle… Osama Hala diyorlar. Bu hatun hıristiyandır.

Anneciğimin bu sözleri beni çok şaşırtmıştı. Müslüman kadınların cemaatinde hıristiyan bir kadın! Üstelik onların dualarına el kaldırıp amin diyor. Kısa bir şaşkınlıktan sonra anneme art ardına sorular soruyorum.

“Anneciğim, hıristiyan bir kadın ve sizin mevlidinizde… peki siz onu meclisinize nasıl kabul ettiniz?”

“Oğlum, bu kadının kimi kimsesi yok. Babası annesi ve kocası yok. Çocuğu da olmamış. Akçay Mahallesinin yukarısında bir kilise var. Oranın tek müdavimi, bekçisi. Onun bitişiğinde evde kalıyor. Kendisi bizden bu Cuma günleri meclisimize katılmak için rica etti. Önceleri şaşırdık. Yalnız senin dinin başka, bizim dinimiz başka demek de doğru olmazdı. Gel dedik. Doğrusu ne yapacağını ve nasıl hareket edeceğini bilmiyorduk.”

“Peki siz, onun meclisinize gelmesini kabul ettiniz. O nasıl ibadet ediyordu?

“Biz ilahiler söylüyoruz, mevlit okuyoruz. Kur’an okuyoruz. Sükût içinde dinliyor. Hep birlikte “amin!” dediğimizde o da avuçlarını açıp bize iştirak ediyor.

“O halde müslüman olmuş.”

“Hayır, biz peygamber efendimize salat selam gönderirken veya kelime-i şehadet getirirken  o, bizim anlamadığımız bir şeyler mırıldanıyor. Kaldı ki meclisimiz dağıldıktan sonra kilisesine gidiyor. Orada da yalnız başına ibadet ettiğini düşünüyorum.

“Okuyup üfledikleri çoluk çocuk iyileşiyor mu?”

“Öyle söylüyorlar. Demek ki faydası oluyor.”

Mahallenin Osama Halası… Eline, yüzüne sivilce veya demre çıkan ona okutturmak için kilisenin kapısını çalıyorlar. Kilisenin avlusuna alıyor, kendi dilinde hasta olanları okuyor. Fakat içeri kimseyi almıyor.

***

“Yalnızlık Allah’a mahsus. Akşam çökünce yalnızlığın balyozu kafana güm güm vururken yine korkuların dalga dalga üzerine geliyor muydu?!  Son mohikan, son tapınak bekçisi. Tanrı tanımazların ibadethanesindeki ayine katılma zarureti… Avuçlarını açıp biz kafirler gibi dua ederken neler hissediyordun. Yalnızlık ve kimsesizlik abidesi.

Yoksa ceylanla arslanın huzur içinde kardeşçe yaşadığı bir ortamda mıydın? Arslanın bir gün arslanlık yapıp seni parçalayacağı hiç aklından geçmiş miydi! Bu tedirginlik seni gözü açık uykularına mı hapsediyordu? Güçlü bir omza başını dayayarak iç çeke çeke ağlamak istediğinde kilisenin yorgun direklerine mi başını yaslardın! Yalnızlığını güneşin sıcağında kavurup sabır taşında dibekle dövmek senin kaderin mi oldu! Yalnızlıklar sabahının kimsesizlik yolunda terk edilmişliğin ve sessizliğin ayak seslerinin takırtıları…tak… tak… tak…

Korkuyorum… bu şekildeki yalnızlıktan… Hem de çok. Gittiğim gezdiğim yer ve ülkelerde camilere, mescitlere, kiliselere ve ibadethanelere dikkatle bakarım. İçi, dışı bakımlı, bağı bahçesi varsa kasılmış ruh ve bedenimin rahat bir nefes aldığını hissederim. Yok eğer yıkık, harabe, viraneyse… Önce aklıma Osama Hala gelir. Sonra da kendim… İçimde bir ürperti, titreme başlar. Ardından da sonuçsuz, cevapsız derin düşünceler…