Posted on

Kasımaalı Bayalinov (1902-1979)

Kırgız Edebiyatı hikâyeciliğinde ilk akla gelen yazarlardan biri olan K. Bayalinov, ‘Acar’ adlı hikayesiyle ününü  bütün Sovyetler Birliğine duyurmuştur.

1922 Yılında Isık-Göl bölgesi, Kök-Moynok Köyünde orta halli bir çiftçinin ailesi olarak dünyaya gelir. İki yaşında annesini,  dokuz aşında da babasını kaybeder. 1916 yılında Çarlık Rusya’nın Orta Asyalı Türk halklarına baskı ve zulmünü artırdığı yıllarda  öz vatanını terkederek zorlu ve çetin bir yolculuktan sonra kardeşleri ve diğer sığınmacılarla Doğu Türkistan’a ulaşır.

Çar Hükümeti yıkıldıktan sonra iki kardeşiyle beraber vatanlarına dönmek için yine zorlu yolculuğa çıkarlar. Yolda ağabeyi açlıktan ölür. Kendisi ve kardeşi vatan topraklarına güç bela ulaşır. Önce Atbaşı, sonra Koçkor’a ve oradan da Tokmok’a gelip kardeşini orada yetimler yurduna yerleştirir. Geçinmek için her ne iş olursa yapar.

1920 yılında Taşkent’te açılan Öğretmen Enstitüsüne gider. Daha sonra Almatı’da açılan Kazak-Kırgız Enstitüsünü kazanır ve oraya devam eder. 1925 yılında bu okuldan mezun olur. İlk şiir denemelerini öğrenciyken yazar.

1926 Yılında Frunze (Bişkek)’ye gelir. Kırgızistan Basımevinde baş redaktör olarak çalışır. İki yıl sonra da kendini üne kavuşturan ‘Acar’ adlı uzun hikayesini yazar. Bu eser, aynı zamanda yazarın bizzat yaşamış olduğu 1916 yılında kendi vatanını terkedip Doğu Türkistan’a göçün acı, hazin hikayesidir. Eseri Rusça, İngilizce, Çekçe, Fransızca ve Almanca’ya çevrilir.

1928 Yılında Moskova’daki Sovyetler Birliği, Gazetecilik Enstitüsüne girer. Eğitimini tamamlayıp Kırgızistan’a döndükten sonra Kırgızistan Yazarlar Birliği Başkanlığı, ‘Sovyet Kırgızistan’ dergisi redaktörlüğü vb. gibi görevlerde bulunur.

Hikaye yazmaya devam eder. ‘Murat’, ‘Bahtlı Hergele  Çobanı’, ‘O Şimdi Öksüz Değil’ gibi ünlü hikayelerini ardı ardına yayımlar. Bu arada ‘Göl Kıyısında’ adlı romanı ‘Capar ile Cemile’ adıyla Çek diline çevrilir.

K. Bayalinov’un Çek halkına ithafen yazdığı ‘Kardeşler’ ve ‘Kurban Oyuk’ adlı romanlarını da unutmamak gerekir.

Kırgız hikayeciliğinin öncüsü olan yazar, A. S. Puşkin’in ‘Evgeniy Onegin’ adlı eserini Kırgızca’ya çevirir. Ayrıca Lermantov ve Maksim Gorki’nin eserlerini ilk kez Kırgızca’ya çeviren yine K. Bayalinov olmuştur.

MURAT[*] Kasımaalı Bayalinov

Hava kapalı. Yağmur hafiften sepeliyor. Yoğun sis yağmurla yeryüzünü koynuna almış, adeta göz gözü görmüyor. Sisin katman katman tabakası Zengin Kocomkul obasının üzerine çöreklenmiş.

Zenginin obası, geçen seneki yayladığı menzilde. Menzilin “Çunkur-Tör” adlı kayalık iki yakası, ağanın herkes tarafından bilinen namlı yaylağı.

Akşam oldu, sis de dağıldı. Küme küme sis bulutları, sürüsünü arayan yılkılar gibi tepeleri aşıp gidiyor.

Bir ara obanın üst tarafındaki tepenin sırtında beliren koyun sürüsü obaya doğru akın etti. Obanın kadını kızı:

-Kuzular karışmasın!

-Kuzular nerede?

–   “Körolası yok, nerede acaba? Yine bir yerde uyuya kalmıştır ya!” diyerek sağa sola bakındılar.

Koyunlar karşıdaki sivri kayaların önünden obaya seğirtti. Obanın üst yakasında kayalıkların kıyısından kuzular “çürr” edip akmaya başladı. Aşağıda evhamlanan kadınlar pür telaş içinde:

-Kahrolasıca, bizi sütten mahrum etti! diyerek uğuldayarak gelmekte olan koyun kuzulara ağızları açık baka kaldılar. Koyun kuzular meleşmeler, uğultular içinde obanın avlusuna girdi.

Zengin Bey, hayvanların gürültüsüne dayanamayıp eşiğe çıktı. Kuzularla koyunların karışmasına gözü takıldı, yaygarayı basan küçük hanımı Maasılkan’ın önüne çıktığını görünce:

-Koyunlar bugün sağılmadan kuzulara mı kattı?

Maasılkan:

-Gözü körolasıca Murat, bugün de kuzuları koyunlara katıp salmış.

-Peki, o şimdi nerede?

Maasılkan:

-Dövecektir diye köşe bucak kaçıyordur.

Akşam karanlığı çöktü. Göğün suratı yeniden asılmaya başladı.

Yatacak vakit geldi, gökyüzü öncesinden daha da şiddetli yağmuru boca etmeye başladı. Yoğun sis tekrar çöreklenip obayı bastı, yaylağın soğuk rüzgarı esmeye başladı.

Yılkıcı Kurman’ın hanımı Kümüş, akşamdan beri Murat’ı fellik fellik aramış bir türlü bulamamıştı. Girmediği ev, aramadığı yer kalmadı. Dışarıda her yeri köşe bucak aramaktan yoruldu. ‘Acaba Zengin Bey’in evinde olur mu?!’ diye onun evine geldi. Heyhat, orada da yok!! Başköşede oturan Kocomkul’dan çekinip Maasılkan’a bir türlü Murat’ın yokluğunu açıktan söyleyemeyip en sonunda söylemek zorunda kaldı

Maasılkan:

-Bu çocuk nereye gider. Bir yerde uyuyup kalmış olmasın?!

Bey, kulağına çalınan bu sözden sonra:

-Kimmiş o !

-Murat, Murat yok diyor, arayıp bulamamış.

-Doğru, o çocuğu bugün ben de görmedim. Anası öldüğünden beri o çocuğa bir haller oldu diyerek önünde duran ablak suratlı sarışın çocuğun başını sıvazlarken ‘Yaradan seni kazadan beladan korusun’ der gibiydi. Zira o kendi çocuğuydu.

Murat’ı kim düşünsün! Zengin Bey onun için kılını bile kıpırdatmaz. Canı malı aman esen, çocuğu dizinin dibinde, hanımı her daim yanında…

Zengin Bey:

-Yarın bulunur.

Kümüş, Bey’in bozevinde uzun uzadıya oturamadan sessizce çıkıp fakir hanesine geldi.

Kümüş:

-Ey Yarabbim! Garibanı hor kılıp ne diye yarattın? Bizim günahımız ne? Günahımız tek fakirlik ya! Bizim gibi fakir fukara yetimin ölüsünün bir hayvan kadar da mı kıymeti yok? İçinde merhametin kırıntısı bile olmayan Bey’in umurunda mı sanki. Kendi çocuğu bozkırda gecelemek bir yana gündüz dizinin dibinden ayrılsa etekleri tutuşur, can havliyle köşe bucak arar. Oysa Murat umurunda değil, kösüle kösüle oturuyor. Vicdansız oburlar, anasının başını yediniz şimdi sıra oğlunda. Hani, oğlunu yemediniz de nesi kaldı? Nereye gitti?

Kümüş’ten başka hiç kimsenin Murat’ı aklına dahi getirdiği yoktu.

Onlar “Keçi can derdinde, kasap et derdinde” misali sütsüz kaldıklarına yanıyorlardı.

Oba derin uykuya daldı, hareket eden bir canlı dahi yoktu. Akşamdan beri uğultular içindeki hayvanların gürültüsü de karanlığın çökmesiyle yerini sessizliğe bıraktı. Şimdi ise yağmurdan korunmak için birbirlerine sıkı sıkıya sokulup sesleri solukları kesildi. Yağmur şiddetini artırdı, biraz durduktan sonra bardaktan boşanırcasına durmadan yağdı.

Yalnız obanın karşısında bugün kuzuların geldiği sivri kayalıkların arasından arasıra “Anne” diye yalvaran bir ses çıkıyor. Bu ses bugünkü kuzuları koyuna katan Murat’ın sesi…

Murat, daha ana karnındayken babasını kaybetmişti. Annesi Batma’yı da geçen sene sekiz yaşındayken toprağa verdi. Yaşlı Batma’nın biricik evladıydı. O “Murat’ım bir tanem” derken dilinden bir Murat daha dökülür, yediği bir lokmayı ikiye böler, yiyeceği bir avuç topaklanmış talkanı saklayıp Murat’ına getirirdi.

Batma, Murat’la Kocomkul’un kapısına gelişinin üçüncü yılı oldu.

Ömrünün bu üç yılında Zengin Bey’in kimbilir kaç ağır ve zahmetli işinin altına girdi; ocağını yaktı, aşını pişirdi, suyunu getirdi, çamaşırlarını yıkadı. Başını işten kaldırıp da bir rahat yüzü göremedi. En sonunda dağ gibi ağır işlerin altında hastalanıp geçen sene öldü. Murat yetimdi artık.

Baharın toprakta fidan gibi yaprak açan Murat, anasının ölümünden itibaren Bey’in tırpanından geçmeye başladı. Bey işe saldı. Geceli gündüzlü Kocomkul’un yok burda yok ordaki işine habire koşturdu. Bu yetmezmiş gibi Bey’in şımarık kuması Maasılkan da onu ağır işlere veriyor, gücü yetmediğinde de “Beri dur, çelimsiz geberesice!” diyerek kenara çekip yumrukluyordu.

Hiç olmazsa merhametsiz Kocomkul Bey, Murat’ın üst başına baksaydı. Üzerindeki, geçen sene rahmetli anacığının kırk yamayla dikip verdiği boz çapandı. Onun da koltuğunun altı yırtık, etek yenlerinin yünleri iyice kabarıp lime lime olmuştu.

Uyurken onu üstüne örtüyor, Bey’in eşiğinin kenarındaki bir yere büzülüp yatıyordu. Bey, sabah taharete çıkarken onu bu halde görse de görmezlikten geliyordu.

Sevimsiz, taş bağırlı Bey’den başka birisi, Bey’in tertemiz kuş tüyü yatakta avunlanıp yatarken, yetimin eşiğin kenarında bu halde büzülmüş yorgandan dışarıda buz kesmiş ayaklarını görse, dünyanın adaletsizliğini ayan beyan görür, hiç düşünmeden Murat’ı bağrına basar, öpüp koklardı. “Senin gibi zengine…” diyerek Kocomkul’a lanetler yağdırır beddua ederdi. Ne var ki Murat’a destek bir Allah’ın kulu yoktu. Murat yetim, Murat biçare, Murat kolsuz kanatsızdı…

Murat zayıfladı, dal çubuk gibi oldu. Maasılkan yemeğe de cimri… Canı isterse bir parça ekmek veriyor, olmadığında da bir lokma ekmeği bile ondan esirgiyordu. Diğer günlerde açlıktan yutkunup ocağın kenarında otururken başköşede zenginin ablak suratlı sarışın çocuğu onunla alay edip kocaman ekmeği şapırdata şapırdata yiyordu. O, koca somunu işkembesine tıka basa doldururken gözyaşlarını akıtıyor, içinden: “Ey Allah’ım ben de onun gibi ekmek yesem ne olurdu” diye yutkunuyordu. Yutkunan, açlıktan karnı guruldayan Murat’a ekmek nerede?

Zengin’in çocuğu Murat’ın kırda bulduğu çükösünü ya da herhangi bir şeyini görür görmez hemen feryadı koparır “Benimki” diyerek onun elinden zorla almaya kalkardı. Murat vermezse hemen annesine şikayeti  yetiştirirdi. Maasılkan karanlıklar cadısı gibi gelir, “Senin oyun neyine?!” diyerek Murat’ı iyice pataklayıp elindekini çekip alırdı. Maasılkan’ın böylesine, gaddar, acımasız pençesi Murat’ı hırpalar, akabinde zavallının buğulu gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülmeye başlardı.

Yaylaya geldiğinden beri Kocomkul Bey, Murat’ı kuzuya saldı. Gündüzün kuzu güttürüp akşamında kuzu bağlatıp canından bezdirdi. Yorgun yatak uykudayken “Kalk, kuzular gidiyor” diyen Maasılkan’ın çıngıraklı, acı sesi Murat’ın uykusunu bir anda ikiye bölerdi. Silkinerek yatağından kalkar, gözünü üfeleye üfeleye kuzunun ardından koştururdu.

Murat, kuzuları işte bugün o sivri kayalıkların eteklerinde yayıp gelmiş. Ama bugünkü şiddetli boranın çıkması sonucu bir kayalığın arasına sinip korunmak istemiş orada da kendisini uyku bastırmıştı.

Murat uyandığında şaşkın şaşkın dururken çoktan oba halkının yatacağı vakit gelmişti. Yağmur sicim gibi yağarken dağı taşı dövmeye başlamıştı. Gece karanlık. Murat, hiçbir şeyi göremiyor. Bastığı yer gittiği yolda, sağa sola, taşa çarpıyordu. Körpe vücudu morardı, ezildi. Olanca gücünü toplayıp “Anacığım” diyerek ileriye doğru koşturmaya başladı.

Tam o sırada Kümüş’ün kocası yılkıcı Kurman, yılkı sürüsünü arkadaşlarına teslim edip yemeğini yedikten sonra kayalıkların önünden obaya dönmek üzereydi ki, Murat’ın ağlayan sesini duyup o tarafa gitmiş, onu sağ salim bulmuştu.

***

Beş yıl geçti. Halk dağ eteklerinde. Güz zamanı. Yer kuruyup yeşillikler sararmış. Halkın bir kısmı koyunların kırkımını yapıp keçelerini dövüp bitirmişler.

Öğle üzeri şırıl şırıl akan Çüy Nehri boyunda önü arkası görünmeyen kalabalık davar sürüsü sakin sakin yayılıyor. Burunluğunu sürükleyen, sırtına eyer kuşamı vurulmuş kızıl bir öküz su içiyor. Öküzün yakınında duran tek bir söğüdün gölgesine uzanmış genç koyun çobanı…

Bu yetim Murat,

Murat şimdi koyun çobanı, o artık on beş yaşında bir delikanlı. Kuzu çobanlığından geçen sene kurtuldu. Üzerinde kırk yamalı kaba bir cepken ve ayağında çarık.

Bir yere toplanan koyunların bir kısmının dağıldığını görünce yerinden doğrulup tepeye doğru bağırdı.

-Kiss, mendeburun hayvanları! diyerek yerinden sıçrayan Murat hızla oraya varıp koyunları çevirdi. Canı sıkkın halde önceki yerine tekrar gelip oturdu. Murat’ın hıçkırığı, bezginliği boşuna değil. Yüreğine çivi gibi saplanan büyük bir dert, kaya gibi ızdırap var. Birisinden horluk zulüm görmüş gibi.

Doğru! Murat’ın yaşadıkları, gördükleri düşman başına. Rahmetli anacığının ölümünden itibaren aha tam bu güne kadar Kocomkul’un ona yaptığı zulmü anlatmakla bitmez. Sabahtan akşama kadar Kocomkul’un zehirli dili yılan gibi sokuyor, bazı günler tekme tokat evinden kovduğu da oluyordu.

Murat’ın gıkını çıkaracak hali mi vardı? Suçluymuş gibi başını yere eğip bütün bunları sineye çekmekten başka çaresi yoktu.

Bir günü Murat koyun gütmekten geç geldi. Kocomkul hemen başına dikilip:

-İt’in eniği, sen böyle geç vakitlere kalmakla bizi koyun kuzudan mı mahrum etmek istiyorsun! diyerek ağza alınmayacak sözleri bir bir saydı. Murat, sağır dilsiz biri gibi ağzını açmadan koyunları ağıla soktu. Öküzünü bağladı. Eğerin terkisindeki tulumunu alıp kıl çadıra girdi.

Maasılkan mutfak tarafında birşeylerle meşgulmuş. Murat’ın geldiğini görünce:

-Odun toplayıp getirdin mi? diye sordu.

Mura’tan ses yok. Beyin acı sözlerini işittikten sonra yüreği yaralı aklı başından gitmişti.

Maasılkan:

-Sen neden cevap vermiyorsun? Geberesice sahtekar hani odun nerede odun? diye bağırdı.

Akşamın geç vaktine kadar soluk dahi almadan, evin yüzünü görmeden koyunları kırda bayırda gütmesine rağmen Maasılkan “Niçin odun getirmedin?” diye söylenirken bu yetmezmiş gibi Kocomkul’un yılan diliyle soktuğu Murat böyle horluğa aşağılanmaya nasıl dayanabilirdi?

Murat suratını asıp:

-Burada sana odun taşıyacak kölen yok.

-Vay geberesice sümüklü! Sen ne diyorsun? Bugüne kadar kapımızın kulu değil de ya nesin. Hadi buraya kul olma da başka bir yere git! Git de gör dünyanın kaç bucak olduğunu. -Kötü ağızdan kötü söz çıkar. Şu ahmağın sözüne bakın. Bu küstah sözleri konuşmak senin ne haddine piç! diyerek Murat’a sövüp sayıp kapı dışarı etti. Maasılkan’ın bu acı sözleri Murat’ın kemiklerini sızlattı. Bahçenin dışına çıkıp eski, dar kalın çapanını üzerine çekip yattı.

Murat gözyaşlarını tutamayıp: “Allah’ım bu cehennem azabından bir gün ben de kurtulur muyum? Ömrüm boyunca bir gün yüzü görmeden Kocomkul’un yumruğu ensemde olarak mı yaşayacağım? Benim yaptığım işin bu zalimlerin gözünde çöp kadar kıymeti yok. Hiç rahat edemeyecek miyim? Bari hakkımı verseler. Sadaka’ niyetine bir oğlak vermişti. Bu yıl da onu borcuna karşılık verdi. Üzerimde giyecek elbise olmadıktan sonra…. Benim vaziyetim vaziyet mi, aç yorgun geldiğimde güleryüzle beni karşılayacak bir Allah’ın kulu yok. Zehir zemberek sözler söyleyip yüreğimi dağlıyorlar. En iyi gördüklerinde kurt gibi görüyorlar. Bir avuç yarma verecekleri zaman taş kalpli Maasılkan olmadık laflarla başıma kakıp sonra veriyor. Yediğini insanın boğazına düğümlüyor. Hal böyle olduktan sonra görecek günüm de böyle. Hayır, bunu kabul edemem artık. Ben de insanım, hakkımı sonuna kadar savunacağım.Yok olmazsa buralardan alır başımı gider düzenimi kurarım. Bu sene, baharda memleketine giderken buraya uğrayan Alım; “Sen böyle hayatını boş yere heba etme. Bey’in zulmünden kurtul. Şehre git, okula başla. Oku adam ol… Şimdi Sovyet Hükümeti, Hükümet… Senin gibi yetim, gariban, fakirlere kol kanat geriyor. Zenginlerin, ağaların da karşısında. Yetim çocukları okula yazdırıp aşını yemeğini, giyimini kuşamını vererek okutuyor” dememiş miydi! Keşke, derdimianlatıp, Bey’den hakkımı arasaydım… Tüh! Boşa kürek sallamışım! Geçen baharda şehirden bir çocuk gelip obadaki çocukları “Komsomola yazdırın” diye gelmişti. “Komsomol” da neyin nesiymiş?! Meğer Sovyet Hükümetinin bilmem nesiymiş ya. Yazılmak istediğimde Bey bunu öğrenip yanına çağırdı:

-“Oraya yazılma! Komsomol Tanrıya karşı, Tanrı yok diyorlar” diyerek beni vazgeçirmeye çalıştı. Komsomol, şayet bu kan içici yarasaların karşısındaysa, onların elinden kurtuluş yolunu öğretiyorsa Tanrı yok dese de keşke yazılsaydım.

En sonunda Murat cesarete geldi:

-Kocomkul’dan kurtulmalıyım, yarın hakkımı arayıp onu dava ederim. Şehre gidip uşaklık yapar, ne yapar eder bir başımın çaresine bakarım.

Murat, bu tatlı düşüncelerle uykuya daldı. Ertesi günü, her zamankinden daha erken kalkıp giyindi, beline kayış kuşağını bağladı.

Ama koyunları yaylaya götürme hazırlığı yoktu. Kümüş’ün evine varıp oturdu. Koyun dağınık halde tepeye çıktı. Bu arada Kocomkul Bey sabah namazını kılıp dışarı çıktı. Koyunların başıboş, çobansız gittiğini görünce:

-Hay Allah! Murat denen rezil yerin dibine mi girdi! Niye koyunların başında değil, Neredeymiş ki?

Maasılkan:

-O Kümüş’ün evinde oturuyor. Koyun gütmek bir yana senden hakkını dava ediyor olsa gerek.

Sabah namazını beraber kıldığı Egenbay adlı yaşlıya: “Çağır buraya şu domuzu!” diyerek onu Murat’a gönderdi.

Egenbay hemen oraya gidip Murat’ı beraberinde getirdi. Bey suratını çatıp gözünü dört döndürerek öfkeyle:

-Sen ne diye koyun gütmeye çıkmadın?

-Gütmüyorum artık koyunlarını. Bundan böyle senin kapında kul, köle olmaya niyetim yok. Hakkımı ver, başka bir yere gidip başımın çaresine bakacağım.

-Gözüm, vay vay bu ne diyor? Anan ölünce yetim kalmasın kurda kuşa yem olmasın diye sana bakıp besleyen kim? Hey nankör it! Yıllardır ekmeğimi yiyip, suyumu içip yediğin çanağa tükürmeye utanmıyor musun? Dilini çatallaştırıp ne cüretle konuşmaya kalkıyorsun?

-Bırak bunları, gündüzün rahat bir nefes almadan kuzu güdüp gece uyku yüzü görmeden genç bedenimi pare pare eden terbiyeni ben gayet iyi biliyorum.

-İtin eniği, küstah sözleri sen nereden öğrendin? Şimdi ben seni kamçılayayım da gör gününü.

-Küstah konuşmayıp da sen gökten zembille mi düştün sanki? Sen de bir Adem’in oğlusun işte.

-Bu domuz ne söylüyor yahu? Beni kendine denk görüyor…

Bey yerinde ırgalanıp dikilerek elindeki deyneği Murat’ın sırtına iki, üç kez indirdi. Murat nasıl karşı gelsin? El kaldırsa da, Kocomkul’a gücü nasıl  yetebilirdi ki? Gözyaşlarını akıtıp başı eğik halde Kümüş’ün evinin yolunu tuttu. Biraz vakit geçti. Koyunlar gittikçe gözden kayboluyor. Bey kurttan kuştan medet umup koyunları güttürmeye bir Allah’ın kulunu bulamadı. Akşamleyin ‘Hakkını vereceğim’ diye Murat’a haber verip aldatarak koyunları gütmeye tekrar onu gönderdi.

****

Murat, koyunları öğleye yakın nehir boyuna indirip kendisini fundalığın gölgesine attı. Kafası, allak bullak olup körpe vücudunu kaygı dert bastı. Ne yapıp edipşu beyin cenderesinden kurtulup başka diyarlara gitmeliydi. Gitmesine gidecekti ama ne tanışı, ne dostu, ne de akrabası olmadıktan sonra nereye gidebilirdi? Bu mesele de Murat’a aşılmaz bir dağ gibi çetin bir meseleydi.

Bir ara, yoldan geçmekte olan iki yolcu Murat’ın bulunduğu tarafa yöneldi. Atların nal seslerini duyar duymaz Murat oturduğu yerden ayaklandı. Gelen yolcunun birisi Rus’a benziyor, başında şapkası var. İyice yaklaştığında, giyimi yabancı olsa da, siması tanıdık geldi. Baksa ki Alımmış.

Murat; “Selamun aleykum” diyerek sevinç içinde neşeyle Alım’ın önüne fırladı.

Alım sıcak yüz ve açık gönülle selamını aldı.

Alım “P…” şehrinde öğrenci… Baharın tatile ailesinin yanına gelip tatil bitince de gidiyordu. Yanındaki de kendisine yoldaşlık eden arkadaşıydı.

Yolcular atlarını dinlendirmek maksadıyla, Murat’ın yanına geldiler.

Atlarına bukağı vurup saldılar. Atlar, avunlanmasın diye Alım’ın arkadaşı atların yanına gitti. Alım Murat’ın yanında kaldı.

Murat, Beyden çektiği cefayı, horluğu baştan ayak bir solukta, bir bir Alım’a anlattı. Ayrıca bugün olan biteni hıçkırıklar içinde söylerken Alım’ın yüreği pare pare oldu. Murat’ı ne yapıp edip bu azaptan kurtarıp şehre götürerek hemen bir okula yazdırmaya karar verdi.

Alım:

-Ben seni şehire götürmek istiyorum gelmek ister misin?

-Canım ağbim, böyle birşey canıma minnet. Götürmek isterseniz ben hazırım.

Murat sevinçten havalara uçuyor, içi içine sığmıyordu. Önünde yeni bir hayatın talih ışıkları nur saçıyordu. Bu tatlı pembe rüyanın sonunda koyunları Bey’in ağlının yoluna sürerken yolcular da yola çıktılar.

Yolcular, önlerinde Murat olmak üzere nehir boyundan yılan gibi kıvrılan eğri büğrü patika yolu izleyerek geliyorlar. Önde Murat. Bindiği kızıl öküz. Sonbahar sıcağının etrafı yakıp kavurduğu şu günde şıpır şıpır terliyor, arada bir alnını elinin tersiyle siliyordu. Öküzü de kene gibi yapışan sineklere dayanamayıp kuyruğunu bir sağa bir sola sallıyor, bazan yeldirip bazen de duraklayarak gidiyordu.

Bunlar ırmağı geçerek kara yoluna düştüler. Atlarını şevkle kamçılayıp kara yolunu tozu dumana katıp gökyüzüne havalandırarak şehre doğru yol aldılar.

Gençler şehre ulaştılar. Alım, Murat’ı sonunda okumaya verdi. Murat Bey’in dayağından, cezasından kurtulmuştu. Artık yeni hayatın hür ve genç öğrencisiydi.

Murat bir hayli zaman sonra, Alım’ın yardımıyla Kocomkul’dan hakkını dava etmek üzere Sovyet mahkemesine dilekçe verdi. Mahkeme Kocomkul’un yakasına yapışıp Murat’ın beş kuruş dahi hakkını bırakmadan tamamını aldı. Ayrıca birkaç yıl boyunca kul köle gibi çalıştırıp dövüp saymasının karşılığı olarak Kocomkul’a bir yıl hapis cezası verdi.

Üç yıl geçti. İlkbahar mevsimi. Bahçe içinden her çeşit müzik sesi geliyor.

Şehrin kenar mahallesinde altı yedi odalı “C…” okulu görünüyor. Okulun içinde pencereli bir odalı ev var. İçi pırıl pırıl. Duvarlarında Marks, Engels ve Lenin’in resimleri asılı. Bu o okulda okuyan öğrencilerin Öğrenciler Birliği Salonu.

Salona tek tek öğrenciler toplanmaya başladı. Uzun boylu, zayıf suratlı bir çocuk önde duran büyük masanın yanına gidip oturdu. Sağına soluna bakındı, boğazını temizleyerek:

-Yoldaşlar. “C…” okulunun komsomollor toplantısını açıyorum. Toplantının idaresi için aşağıda üç kişinin adını okuyorum diyerek isimleri okudu. Üç kişinin adını söyledi.Oturanlar hep bir ağızdan kabul ettiler. Seçilen yiğitler ayağa kalkıp yerlerini aldılar. Birisi başkan oldu. Toplantıyı açtı.

Başkan:

-Yoldaşlar bugünkü toplantımızın üç konusu var: 1. Komunist gençlerin IX. Sempozyumu hakkında. 2. Komsomolluğa gençlerden üye alımı. 3. Olağan işler.

-İtirazı olan var mı?

-Yok!…

-Yok!…

-Peki öyleyse oy birliğiyle kabul edilmiştir. İlk konuyla ilgili olarak Alım’a söz veriyorum.

Alım ortaya çıktı. Çocuklar alkışladılar. Çünkü öğrenciler arasında Alım’ın itibarı büyüktü. Okulunu geçen sene bitirmiş, gençler arasında gayret ve çalışkanlığıyla biliniyordu.

Alım’ın konuşması bir saat sürdü. Alkışların ardı arkası kesilmedi. İkinci olarak yeni üye alımı için başvuruda bulunanların tamamı incelenip onlara çocuklar tarafından sorular soruldu. Aslı astarı sorulup komsomolluğa alındı.

Bir ara keskin gözlü, orta boylu bir çocuğa sıra geldi; “Kökü kökeninin kim olduğunu öğrenelim” diye oturanlar tarafından öneriler geldi. Ama onun hiç bir şeyden çekindiği yoktu. Sonunda ortaya çıkıp gülümseyerek çocuklara doğru baktı. Hayatını iğneden ipliğe kadar anlattı. Konuşması bir hayli devam ettikten sonra durdu. Gençlerin alkış tufanı salonda yankı yaptı.

-Alınsın!

-Oy birliğiyle diyerek her bir taraftan bağrışmalar duyuldu.

Kocomkul Bey’den sille yiyen Murat yetimdi.

 


[*] Kırgızca’dan Türkçe’ye Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Güngör, Sinop Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Not: Çevirisi yapılan ‘Murat’ adlı hikaye, ‘Algaçkı Kadamdar’, (Tüzgöndör: S. Cigitov, S. Olcobayev, Frunze, Kırgızistan, 1981. S. 34) adlı kitaptan alınmıştır.