Posted on
  1. Hasta ve hastalık nedir?

Hasta, hastalık, hasta olma hali, en başta tıp biliminin konusu olmakla birlikte hemen hemen bütün sosyal bilimlerin (sosyoloji, psikoloji, dilbilim, budun dilbilim vb.) araştırma alanına giren konulardan birisidir.

Hastalık evrensel bir olaydır. Bir halkın beslenme sistemi, temizlik anlayışı, mikropları algılama biçimi, iklime coğrafyaya dayalı giyinme biçimleri kadar sağlık ve hastalığın anlamları da kültürel olaylardan biridir. Bir başka ifadeyle hasta ve hasta olma kültürel olayın kendisidir (Türkdoğan, 1991:5).

Konuyla ilgili Polonya asıllı Amerikalılarda yüksek oranda mide ve akciğer kanseri görüldüğü, İtalyan asıllı Amerikalıların ise bağırsak ve yutak kanserine yakalandıkları tespit edilmiştir. Bütün bunlar, araştırmacıları etnik halkların beslenme, yiyecek ve içecek alışkanlıklarına yönelttiği gibi kalp, kanser ve zihinsel hastalıkların yanı sıra kronik hastalıkları ve hastalığın kaynağını tespitte din, aile, coğrafya, iklim yapısı ve diğer sosyo ekonomik yapıyı araştırmaya da sevk etmektedir.

Bir toplumda ‘Akarsu pislik tutmaz’ gibi bir inanç ve değer yargısı varsa o toplumda ‘mikrop teorisi’nin değer kazanması mümkün değildir. Çünkü halk, mikrobun hastalıklara sebep oluşu veya akarsuda hastalıklara sebep olacak unsurların olacağı hususunda bir algıya sahip değildir. Bunlar toplum fertlerinin tutum ve davranışlarında, dünya görüşlerinde, idrak edilmiş olaylardır. İnanç sistemleri, geleneksel toplumların hayat görüşlerine hâkimdir.

Bütün bu açıklamalardan sonra ‘Hastalık ve hasta olma hali nedir?’ sorusuna şu cevabı vermemiz mümkündür.

Hastalık: biyolojik bir sistem olan canlının durumu ile şahsi ve sosyal intibakını temin eden normal görevin bozulma halidir.

Bunların ortaya çıkmasında insanların hastalığa bakışı, algılama biçimi, hastalığı sağaltmaya yönelik uygulamalar ve sosyal yaşam şartlarına, kısaca insanın söz ve sözcükler (dil göstergeleri) vasıtasıyla iletişimine dayanmaktadır. Kırgızlar, hastalıkları tahminen sıcak ve soğuk diye ikiye ayırmışlardır. Sıcak hastalıklara verem, romatizma vb. girerdi. Bu hastalıkları 10-15-30 gün kaynatıp soğutulan su ile tedavi ederlerdi. Bu süre bittikten sonra özel yemek (kımıran,[1] tuzsuz carma,[2] ayran) veriliyordu, buna yemeğe girişme deniyordu. Yemeğe girişme hastanın suyu kaç gün içtiğine bağlı idi.

Soğuk hastalarını buhar altında tutup, süt ve genç büyükbaş hayvanın etinden yapılmış çorba veriyorlardı. Kırgızlarda olduğu gibi Anadolu Türkleri de hastalığı, sıcak soğuk kavramı açısından iki kategoride algılamakta, tedavi ve sağaltmaya yönelik uygulamaları buna göre yapmaktadırlar. Soğukla ilgili bir hastalığa yakalandığı zaman sıcak yiyecekler tatbik edilmekte, sıcakla ilgili hastalıklar halinde de soğuk tipten yiyecekler tercih edilmektedir. Örneğin soğuk algınlığı halinde soğuk su içilmez. Bunun gibi harareti olan hastalar için de yoğurt, limonata, karpuz tavsiye edilir. Burada hararet sıcak; soğuk algınlığı ise soğuk kategorisindedir. Soğukla ilgili hastalıklar: nezle, grip, üşütme, bronşit, soğuk algınlığı, sıtma, zatürredir. Hasta soğuk şeyler içemez. Bu suretle hastalığın zıddı ile tedavi edilmesi zorunludur.[3] Animistik döneme gelinceye kadar ve ondan sonraki süreçte de hastalığın ortaya çıkışı anlaşılamamıştır. Hasta insanın vücudunun günümüzdeki mikrobik vb. nedenlerle hasta olmasından ziyade, birtakım gizli güçlerden kaynaklandığı sonucuna varılmıştır. Her bir hastalığın iyesi (hamisi) hastalığı ortaya çıkarmaktadır. Bir bakıma bir hastalığı ortaya çıkaran varlıklar (iyeler) zamanın ötesinde canlı, diri varlıklar olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu hastalık iyeleri her bir bölgede yaşayan boyun, halkın dilini duyar, anlar ve konuşur diye düşünmüşlerdir.

  1. Hastalığın tarihçesiyle ilgili kısa bilgi verir misiniz?

Hastalık ve hastalığın tarihçesine kısa da olsa göz atmak gerekir: Tıp ve hastalık insanlık tarihi üzerinde derin izler bırakmış (hastalık kavramının insanlıktan da önce olduğunu varsayarak) ve çağdan çağa tıptaki her yeni gelişme ve buluş o devrin evrensel kültürünün bir parçası olarak tarihte yerini almıştır. Bir toplumdaki hastalığa bağlı olarak ortaya çıkan tedaviye yönelik teorik ve pratik uygulamalar, o toplumun kültüründen, gelişmişliğinden ipuçları veren unsurlardır.

Tıp tarihiyle ilgili ilk belgelere M.Ö. 4000 yıl kadar önce Mısır papirüslerindeki yazılarda rastlanmaktadır. Hastalık ve hasta olma hali yeryüzünde hemen hemen yaşam kadar hatta insanlıktan daha da eskidir. Üç yüz elli milyon yıl öncesine ait olan fosilleşmiş kabuklar, bakterilerin yaptığı hastalıklar ve travmalar, o devrin canlılarının rahatsızlandıklarını göstermektedir. Tarihin karanlık dönemlerinde yaşayan dinazorların, timsahların kemik iltihabı hastalığına, 60 milyon yıl öncesinde memeli hayvanlarda kemik kırıklıkları ve hastalıklarına, yine Pleirtocene devrinde yaşayan mağara ayılarının ‘mağara gout’u hastalığına yakalandığı tespit edilmiştir.

Adolph Schultz, Malasia’da yaşayan maymunlar üzerinde yaptığı araştırmada sinusit, fıtık ve spina bifida gibi bulguları tespit etmiştir.

Neolitik devir Avrupasına ait kemiklerde travmalar, artrit, sinusit, spinia bifida gibi hastalık görülmüştür. Almanya’da bulunan bir neolitik iskelette ‘pott hastalığı’ da denilen omurga tüberkülozu saptanmıştır. İspanya’da yine aynı döneme ait raşitizm belirtileri taşıyan iskeletler bulunmuştur. Mumyalanmış insan cesetlerinde pnömoni, plörezi, böbrek taşları, safra taşları, apandisit ve ileri derecede arterioskleroz gibi hastalık bulguları tespit edilmiştir. Bundan başka bazı mumyalarda görülen deri lezyonları, ortaçağların çiçek hastalığına benzemektedir (Demirhan, 1982:4-6).

Ortaçağ Hıristiyanlığında hastalık, ya insanın günahları için cezalandırma veya bir büyünün sonucu olarak kabul edilirdi. Tedavi metotları arasında dua, tövbe etme ve azizlerin yardımı gibi usuller vardı. Bu şartlar altında her iyileşme, bir mucize olarak kabul edilirdi. Hastalık ve günah arasında bir bağın olduğuna inanılırdı (Demirhan, 1982:46-47).

Ortaçağda iki büyük salgın hastalık olmuştur. Bu epidemiler, Jüstinyen vebası ve XIV. yüzyıl Avrupa vebasıdır. Bu tür salgınlar karantina kavramının gelişmesini sağlamıştır.

İlkçağlarda nadir bir hastalık olarak bilinen Lepra, VI. yüzyıldan sonra sık olarak görüldü. Lepra salgınları, özellikle XIII. yüzyılda korkunç bir şekilde arttı. Bu yüzyılda Lepra’ya karşı alınan en önemli önlem, Lepralıların evlerinin karantinaya alınmasıydı. Bundan başka ortaçağda ergotism salgınları da oldu. O devirlerde bu hastalık St. Anthony Ateşi (St. Anthony Fire) olarak bilinirdi. Aynı zamanda skorbit epidemileri de görülmekteydi (Demirhan, 1982:49).

XVI. yüzyılda Parisli Guillaume de Baillau (1538-1616) boğmacanın ilk klinik tanımını yaptı. Bu devirde ilk kez tanımlanan hastalıklar arasında İngiliz terletici humması, öldürücü malarya, dağ hastalığı, tifüs, sifilis (bel soğukluğu), suçiçeği ve kızıl gibi hastalıklar vardır. Son iki hastalık, bir osteolojist olan Napolili Giovanni Filippo İngrassia (1510-1580) tarafından tanımlandı (Demirhan, 1982:61).

Sifilis hastalığı genellikle Fransız hastalığı, Neopolitan (Napolili) hastalığı veya büyük sifilis hastalığı olarak geçer. İlk olarak 1495’te Fransızların başarısız Napoli kuşatmasından sonra bütün Avrupa’da görülür. Bir teoriye göre, bu hastalığı Amerika’dan Avrupa’ya Fransızlar yaydı.

Fracostorios (1546) adlı tıp adamı bulaşıcı hastalıkların gözle görülmeyen mikroplarla meydana geldiğini gösterdi. Her epidemik hastalık için ayrı bir mikrop tarafından yayıldığını öne sürdü. Aşağıdaki bulaşıcı hastalıkları tanımladı ve özelliklerini belirtti. Çiçek, kızamık, hıyarcıklı veba, phytisis, lepra, İngiliz terletici humması, sifilis, tifüs ve birçok deri hastalıkları. Bu ünlü bilgin tifüsü ilk tanımlayanlardan biriydi (Demirhan, 1982:61).

Hastalıkların sınıflandırılması üzerinde ilk kez çalışan Felix Plater (1536-1614) ise mental hastalıklar ve tedavileri üzerinde araştırmalarda bulundu (Demirhan, 1982:65).

1870’lerde ve 1880’lerde birçok hastalık bulundu: 1875 Amipli dizanteri (Loesch), 1879 Gonore (Neisser), 1880 Tifo (Eberth, Gaffky), Lepra (Hansen), Malarya (Laveran), 1882 Tüberküloz (Koch), Ruam (Loeffler), 1883 Ery sipelas (Fehleisen), Kolera (Koch), 1884 Difteri (Klebs, Loeffler), Tetanoz (Nikolaier, Kitasato), Pnömani (A. Fraenkel), 1887, Epidemik menenjit (Weichselbaum), Malta humması (Bruce), 1887 Yumuşak şankr (Ducrey), 1892 Gazlı gangren (Welch), 1894 Veba (Yersin, Kitasato), Botulism (Van Ergmengern), 1898 Basili dizanteri (Sihiga), 1901 Uyku hastalığı (Bruce, Dutton), 1905 Sifilis (Schaudinn), 1906 Boğmaca (Bordet) (Demirhan,1982:107).

İ.Ö. 3000 yıllarında Mezapotomya uygarlığında hastalıkların tedavisine yönelik uygulamaları rahip hekimler yapardı. Genelde bu uygulamalarda sayısı 250’yi geçen bitkisel droglar (adamotu, eğir kökü, haşhaş, hardal, kekik, nane, rezene vb.) kullanılırdı. Bitkilerin hastalığı sağaltmadaki yararları ve hangi yerlerde kullanıldığı hakkındaki bilgiler etnografya ve arkeolojik araştırmalar neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Hastaları sağaltmadaki uygulama ve bilgiler boyların bütün üyelerine aktarılmaz, sadece belli bir aile içinde olurdu. Bu beceri babadan oğla ya da anneden kıza kuşaktan kuşağa geçen bir tür meslek olarak algılanmıştır.

Ünlü tıpçı, filozof İbni Sina’nın ‘Tıp adamının üç silahı vardır: ‘söz, bitki ve bıçak’ ifadesi bütün dünyaca bilinmektedir (Zadrojnıy, 1989:4).

M.Ö. 2000 yıllarında Orta Anadolu’da bir uygarlık kurmuş olan Hititler ise hastalığı Tanrıların insanları cezalandırması olarak kabul ederlerdi. Bu nedenle tedavide sihir ve ilaç birlikte kullanılırdı.

Eski Hindistan’da ise çoğu hastalıkların ‘vücut sıvı düzeninin bozulması’ndan kaynaklandığına inanılır, bu yüzden de tedavi için kan alma ve diğer ilaçlar tavsiye edilir, aynı şekilde şifalı bitkiler kullanılırdı.

M.Ö. III. asırda eski Hint hekimliği esasında oluşan Tibet tıbbı, dört temel unsura dayalıdır: a) zeka, b) psikolojik dünya, c) duygular, d) beden. Bu dört temel unsurun kendi arasında ve dış dünyayla ahenginin bozulması halinde hastalık oluşmaktadır. Bu nedenle hastanın hastalığını değil, şahsın kendisini tedavi etmek gerekir. Hastalığa sebep unsurlar ise şunlardır: a) iklim (hava), b) yaşam şartları, c) düzensiz beslenme, d) düzensiz tedavi

Çeşitli kaynaklara göre Hintlilerde 88 hastalık mevcuttur. Günümüzde modern tıpta 30.000 den fazla hastalık bilinmektedir.

Hastalığın sosyolojik boyutunu da göz ardı etmemek gerekir. Bu konuda Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın önemli çalışmaları mevcuttur:

Genel olarak ele aldığımızda hastalık ve hastalık kavramı, ilkel toplum ve ilkel insan döneminde ortaya çıkmış ve gelişme dönemi göstermiştir. İlkel toplumların bazılarında renkle ilgili algılamaları konusunda; mavi ile yeşil arasında bir ayırım yapamadıkları ortaya çıkmıştır. Renkte olduğu üzere hastalığın kategorileri, bir başka ifadeyle hastalık anlayışı o toplumun kültürü ile yakından ilgilidir. Toplumun bir üyesi olarak fert tarafından kazanılmış bilgi, inanç, sanat, kanun, ahlak, gelenek ve alışkanlıkları kapsayan bir bütün olarak tanımladığımız kültürün içinde halkın hastalık hakkındaki değer oryantasyonu ve buna bağlı olarak tutum ve inançları o kültürün önemli unsurlarından biridir. Örneğin Amerikan Kızılderili Navaho halkına göre evren bir düzen içinde gelişir. Bu düzende hâkim olan en büyük kanun ahenktir. Sağlık, evren ile ahengin bir ifadesidir. İnsan münasebetlerinde de bu ahengin bozulması hastalık halini verir. Bu bakımdan hastalık Batılının zannettiği gibi biyolojik veya tıbbi faktörlerin sonucu değildir (Türkdoğan, 1991:4).

Her toplum sosyal organizasyonu, sağlık ve hastalığa dayalı sağaltma, inanç ve pratik uygulamaları kendi değerler sistemine göre geliştirir. Çocuğun ilk yaşlardan itibaren hastalık, ağrı sızı karşısında alacağı tutum ve davranışlar ebeveyn tarafından o toplumun kültür anlayışına göre belirir.

 

  1. Genel anlamda hastalıkla ilgili inanç ve algılama biçimleri konusunda neler söylemek istersiniz?

Toplumların tarihi süreçteki karanlık dönemlerinden günümüze kadar gelen hasta ve hasta olma haline yönelik inançlar, gelenek-görenekler ve buna bağlı kültürel boyutun dile yansımasında bulduğu sözcüksel kavramlar, modern tıbbı ne kadar ilgilendiriyorsa budun dilbilimi de bir o kadar ilgilendiriyor demektir. Başka bir ifadeyle, bu sözcüksel kavramların toplumun dilinde ve edebiyatında yer alması artık onu dilbilim ve budun dilbilimsel açıdan ele alınmasını gerektiren bir konuya dönüştürmektedir. Hasta ve hastalık kavramı, insanlık tarihiyle eşdeğer süreci yaşayan olgudur. İnsan denilen varlığın yanı sıra hayvanlar, bitkiler bu kavrama uzak değildir. Hastalık ve hasta olma hali, tüm canlıların yaşam çizgisinde bir hayattan başka bir hayata geçişin, tekrar başka bir varlıkta kendini bulmanın ya da mutlak sonun habercisidir. Dilbilimsel ifadeyle -dil dışı göstergeler açısından- ölümün belirtisi, belirtkesidir.

Ölüm ve korkunun temelinde hastalık ve hasta olma hali, birey ve toplumun yaşamı algılama, yorumlama ve psikoloji dünyasını derinden etkilemektedir. Hastalık ve sağlık konusu yalnız tıp ve laboratuarların konusu olmamış, edebiyat sanatının da ele aldığı konulardan biri haline gelmiştir.

Türkçe’de sağlık ve sağlığın değeriyle ilgili birçok atasözü ve kalıp söz vardır. Halkın dilinden düşmeyen atasözlerine şu örnekleri vermek mümkündür: Sağlığın kıymeti hastalıkta anlaşılır. Vücudun sağ olsun da, başına taştan yastık konsun. Can sağlığı, cihan varlığı. En büyük varlık, hayatta sağlık. Sağlıksız servet, sayılır mı hiç nimet? Dertsiz başım, kavgasız aşım olsun. Ne yapayım altın leğeni ki içine kan tükürürüm. Derdim yığın yığın, gam kile kile, lokma da sağ değil, derdimi bile. Eskiden hastalıklar yabanlıktı, şimdi gündelik oldu. Hastalık davul çala çala gelmez. Hastalık ince iğne ile gelir, yoğun iğne ile çıkmaz. Hastalık iğne deliğinden girer, han kapısından çıkmaz. Hastaya döşek sorulmaz. Hastayı döşek bilir, ölüyü teneşir. Malımı satarım deme el duyar, hastayım deme can duyar.

Kırgız dilinde de sağlığın önemini dile getiren onlarca atasözü vardır: Tişin soodo taş çayna; tişin tüşsö aş kayda (Dişin –sağlığın- varken taş çiğne, dişin yoksa aş nerede), Den soluktun barkı ooruganda bilinet (Sağlığın kıymeti hastalıkta bilinir), Ooru aytıp kelbeyt (Hastalık ‘geliyorum’ demez) vb.

Kırgızların ünlü ozanı Toktogul bir dörtlüğünde sağlık ve çalışmanın önemini şu şekilde ifade eder:

Denin soda erinbey,

Bekerlikke berilbey

Erkin menen cumuş kıl,

Erinçek-calkoo dedirbey

 

Sağlığın varken erinmeden,

Boşa vakit geçirmeden

Özgürce çalış, çabala

Eringen, tembel dedirmeden.

Türk edebiyatında sağlık ve sağlığın önemi, atasözleri, deyimlerin yanı sıra şiirlere, masallara konu olmuştur.

Azeri Türklerinin hekimlerine göre pozitif duygular insanı sağlam kılar, negatif duygular ise hastalık üretir, ömrü kısaltır. Yine Türk hekimlerine göre insanın düzenli ve sağlıklı olabilmesi için şunlar gerekir: Emekte i’tidal, besinde i’tidal, sıvı kullanmada, cinsel hayatta i’tidal. Nizami’nin ‘Hüsrev ve Şirin’ adlı eserinde:

Tıp’ın bir hakikatte sırrı var,

Tanrı şu sırrı insanlara bildirmiş

İstediğin her içkiyi iç ve yemeği ye,

Lakin azca ve çok olmasın.

Şeklinde insanlara öğüt ve tavsiyelerde bulunur. Bu eserin bir başka yerinde:

Ne perhizle davran, ne de obur (pisboğazlı) olma,

Birinden halsizlik, diğerinden hastalık gelişir’.

Fuzuli’nin ‘Sıhhatü Maraz’ adlı eserinde de düzensiz beslenmenin hastalığa davetiye çıkardığına dikkat çekilmektedir.[4]

Görüldüğü üzere birey ve toplumun olduğu yerde hastalık ve ölümün  varlığı kaçınılmazdır. Dolayısıyla dil ve edebiyat sanatının böylesine toplumu derinden etkileyen bir konuya duyarsız kalması düşünülemez.

Sözün sihirli kudretiyle her türlü imgelerin temelinde kalıplaşmış yasak sözlerle örtmece sözler arasında hastalık adlarının da ayrı bir yeri ve önemi vardır. Korku, genellikle hastalık insanı pençesine alır almaz ya da en azından tehlike sinyalleri verdiğinde toplumu sarmaya başlar. Hastalık bilimsel olarak salgın nitelikte değilse bile, son derece bulaşıcı olarak kabul edilir. Sosyal antropologlar bunu sıkça yinelemektedir. Fakat aynı zamanda sosyal antropologlar bize, ilkel insanların bulaşmayı bizim gibi algılamadıklarını ve enfeksiyona neden olan hastalık unsurları konusunda hiçbir fikre sahip olmadıklarını da göstermişlerdir. Türklerin hastalığı algılama ve ona yönelik uygulamalarına şu çarpıcı örneği vermek mümkündür: Biri hasta olduğunda yatağa yatar ve evinin önüne, burada bir hasta olduğunu, içeri girilmemesi gerektiğini gösteren bir işaret koyulur. Böylece hastabakıcı dışında hiç kimse hastayı ziyaret etmez. Büyük ordudan (kamp) biri hasta olduğunda ordunun etrafına, nöbetçiler yerleştirilir ve bunlar sınırları kimsenin geçmesine izin vermez. İbn Fadlan, Batılı Türkler için de aynı bilgileri vermektedir. Onlarda, yalnızca esirler hastalara bakıyor ve hiçbir özgür kişi hastalara yaklaşamıyordu. Eğer, hastaya bakan bir esir yoksa onu bir kenara atıyor veya iyileşene kadar bekliyorlar ya da ölüme terk ediyorlardı. Ölünün çadırının kapısına küçük bir bayrak asılır ve iki yıl burada bırakılırdı. Bunun bir tür kendini savunmaya yönelik önlemin yanı sıra hastalık, ölüm ve ölümle ortaya çıkan korkunun neticesidir demek yanlış olmaz (Roux, 1999:100).

İnsan; yaşam, hastalık, ölüm ve ruh (kötü iyeler) bağlamında bu kavramlar birbirleriyle yakından ilişkilidir. Her şeyden önce ilkellerde hastalık, kötü ruhların insanlara musallat ettiği korkunç bir gerçektir. Ruh (tin), insanın soyut ve somut dünyasına etkileriyle ilgili Lucien Levy-Bruhl, James G. Frazer ve J. P. Roux’un ilkellerin ruh ve insan üzerindeki etkilerine dair araştırmaları mevcuttur.

İnsanda hayat olarak ortaya çıkan her şey, güç, sihirli nesnelerin toplandığı yer olarak algılanan ruhun kavram olarak şu özellikleri mevcuttur: a) Yaşamsal güç, uzun yaşam desteği, Allah’tan gelir (kut), b) Bitkisel-ruh plasentayla ilişkili olan, dışsal (umay), c) Kan, ç) İskelet-ruh (yeniden doğuş). Yeryüzünde sürekli olarak bulunduğu sanılmaktadır, d) Kafatası (bir öncekinin değişik bir şekli). e) Us gücü, zekâ (tus, oyun). f) Saç-ruh (bir öncekinin değişik bir şekli), g) Sürekli hareket halinde olan nefes-ruh. Kaçıyor (tin, amin), h) Yüz-ruh, görünüm, gölge (süne, sür), ı) Kişilik ruh (öz); beden içinde dolaşıp onu tamamen kaplamalı, i) Alev-ruh (yula). j) Bir önceki ruhun dış görünümü vb (Roux, 1999:36-39).

Bu konuda F. Engels şunu der: ‘İnsanlar can / ruh diye bir kavramın olduğunu, insan bedeni öldüğünde bu canın / ruhun nereye gittiği konusunda bilgileri olmamıştır. Dinin sonraki gelişim sürecinde dünya dışı varlıkların da olduğu inancı belirginleşmeye başlamıştır. Sonunda monoteist dinlerin geldiği son noktada Tanrı ortaya çıkmıştır.

  1. İlkellerin hastalığı algılama biçimi nasıldır?

İlkellerde hastalıkların, hastanın vücuduna giren yabancı maddeler olarak kabul edildiğini ve büyük bir olasılıkla ruhun yerini aldığı bilinmektedir. Ruh, kabuğu olan bedene zayıf bir biçimde bağlı olduğundan, dışarı atılacaktır: böylece düşmanlar tarafından kovulan ruh uzaklarda gezinecektir. Çok eski tarihlerde saptanan bir inanışın temel bir önemi olması gerekir, çünkü bu durum, bugün Şamanizm’de de aynı önemi taşımaktadır ve bu teknik eski çağlardan beri mevcuttur. Fakat şunu da kabul etmek gerekir ki, oldukça az şey bunun varlığından şüphe duymamıza olanak verir. Bu yabancı maddenin vücuda girmesine yol açan şeyin ne olduğuna, yani hastalığın kökeninde ne yattığına bakmak gerekir. Bu konuda kesinlikle birçok şey vardır. İlkel insanlara musallat olan kötülüklerin nedenini ararken Spencer ve Gillen şöyle demektedirler: ‘Bunlar ölümün istisnasız, insan ya da ruh şeklindeki bir düşmanın kötü etkisine bağlandığını düşünüyorlar  (Roux, 1999:119).

Hâlâ bugün bile kullandığımız (‘son nefesini verdi’) şeklindeki ifadeler, soluğun bir iç varlık ya da ölüm gününe kadar (ki ölüm geldiğinde her şey son bulur) tamamen kaybolmadan sürekli olarak bedenin dışına verilen bir varlık olarak algılandığını gösterir. Dolayısıyla, Altaylıların, doğada yaptıkları bir gözlemin ardından ruhun solunumla bir olduğunu (yaşamsal nefes) sanmış olmaları olasıdır. Uyku sırasında nefes alıp verme yavaşlar ve bu biyolojik olay, dünyada amaçsız bir şekilde dolaşan ruhun bedenden ayrıldığı şeklinde yorumlanır; bu görüş, aslında ruhun amaçsızca dolaştığı sırada gördüklerinden başka bir şey olmayan rüyaların oluşumuyla doğrulanmaktadır. Genellikle, uykudan uyanırken ruh bedene geri döner. Fakat temelli olarak da gidebilir. İşte bu, ölümdür. Ve bu konuyla ilgili olarak, Altan Tobçi’nin aşağıdaki ifadelerini aynen benimsemek gerekiyor: “Altından hayatı kendisinden gitmeye hazırlanırken.”Nefes, insanın içindedir; aynı zamanda bedenin dört bir tarafına dağılmıştır. “Budunbetim, bize nefesin bedenin açıklıklarından dışarı çıktığını söylemektedir.” Şamanizm’in temel öğelerinden birini oluşturan, ruhun amaçsız bir şekilde gezinmesi olgusunun antik dönem ve ortaçağ boyunca Batı dünyasına tamamıyla yabancı olduğunu burada belirtmek gerekir.

Ruhun genellikle vücudun doğal açlıklarından, özellikle ağızdan ve burun deliklerinden kaçtığı varsayılır. Bundan dolayı, Celebes’te hasta bir insanın burnuna, göbeğine ve ayaklarına, ruhu kaçmaya çalışırsa oltalara takılsın ve gidemesin diye balık oltaları takılır. Haida büyücü-hekiminin ‘özel eşyaları’ndan biri, içi oyuk bir kemiktir, kaçan ruhları onun içine doldurur ve sahiplerine geri verir. Marquesanlar, ruhunun kaçmasını engelleyerek hayatta tutmak için ölmekte olan bir insanın ağzını ve burnunu tutarlardı (Frazer, 1992:122).

Batı Celebes’te bir bölge olan Bolang Mongondo’da her türlü hastalık, hastanın ruhunu kaçırmış olan ata ruhlarına yorulur. Bu yüzden de amaç, hastanın ruhunu geri getirmek ve acı çeken insanın bedenine yerleştirmektir. Hasta bir çocuğu iyileştirme çabalarına tanık olmuş biri bunu şöyle anlatıyor: hekimlik yapan rahibeler bezden bir bebek yapıp yaşlı bir kadının dik tuttuğu bir mızrağın ucuna bağladılar. Rahibeler bu bez bebeğin çevresinde dans ediyor, büyülü sözler söylüyor, bir köpeği çağırır gibi ses çıkarıyorlardı. Sonra yaşlı kadın, rahibeler bebeğe erişebilsin diye mızrağın ucunu biraz aşağı indirdi. Bu sırada hasta çocuğun ruhunun bebeğin içinde olduğu varsayılıyordu, büyüyle getirilmişti oraya. Rahibeler ayaklarının ucuna basarak dikkatle yaklaştılar ona ve ruhu yakalayıp ellerinde sallamakta oldukları çok renkli kumaşların içine koydular. Daha sonra ruhu çocuğun başına yatırdılar, yani çocuğun başını ruhun içinde bulunduğu kumlara sardılar ve bir süre ellerini hastanın başı üzerinde tutarak büyük bir ciddiyetle hareketsiz durdular. Birden bir silkinme oldu, rahibeler fısıldaşıyor ve başlarını sallıyorlardı, kumaş çözüldü, ruh kaçmıştı. Rahibeler evin çevresinde defalarca dönerek ruhun peşine düştüler, gıdıklıyor, tavukları kümese sokuyorlarmış gibi hareketler yapıyorlardı. Sonunda merdivenin dibinde yakaladılar ruhu ve eskisi gibi sahibine verdiler. Avustralyalı bir büyücü hekim, hasta bir adamın kayıp ruhunu hemen hemen aynı şekilde bir kuklanın içine sokar ve kuklayı onun göğsüne bastırarak ruhu eski yerine koyar. Loyaute Adalarından biri olan Uea’da ölülerin ruhlarına, yaşayanların ruhlarını çalma gücü verildiğine inanılır. Çünkü bir insan hastalandığında, ruh-doktoru, kalabalık bir kadın erkek topluluğuyla mezarlığa giderdi. Burada erkekler flüt çalar, kadınlar ruhu eve çekmek için hafifçe ıslık çalardı. Bu bir süre devam ettikten sonra sıraya dizilinir ve eve doğru yola çıkılırdı; yol boyunca flüt sesleriyle, kadınlar ıslık çalarak başıboş dolaşan ruha yol gösterip avuç içleriyle onu nazikçe geriye getirirlerdi. Hastanın oturduğu eve girince ruha yüksek sesle bedenin içine girmesi emredilirdi. Madagaskar’da hasta bir insan ruhunu yitirince, arkadaşları aile mezarlığına gider, mezarda bir delik açarak hastanın babasının ruhuna, ruhu olmayan oğlu için kendilerine bir ruh vermesini yalvarırlardı. Böyle diyerek deliğin üzerine bir başlık kapatırlar, ruhu bunun içine sokarak hastaya getirirlerdi, hasta başlığı başına giyer ve böylece yeni bir ruh almış olur ya da kendi eski ruhuna kavuşurdu (Frazer, 1992: C. I, 129-130-150).

Yukarıdaki açıklamalardan sonra özetlemek gerekirse, hasta ve hasta olma hali bedenin biyolojik ve fiziki rahatsızlığından ziyade bedende var olduğuna inanılan ruhun, kötü iyeler tarafından çalınması olayına bağlıdır. Bu çalınma olayı hava ve nefes yoluyla olmaktadır.

Ölen bir insanın bedeninden ayrılan ruh o bölgede serserice dolaşır ve ardından kime rastlarsa ona zarar verir.

Eski toplumlar salgın hastalıklar sonucu ya da birtakım nedenlerle karşılaşılan bireysel ölümleri, ölüyle temas edilmesi, aynı ortamda bulunulmasının ardından hastalığa yakalandıklarına inanmışlardır. Günümüzdeki modern tıbbın tanımladığı ‘mikrop’ kavramının yerini kötü ruhlar, bilinmeyen gizemli güçlere bırakmıştır. Eski halkların salgın ve bulaşıcı hastalıklara sebep olan ‘mikrob’u algılayamamasını son derece doğal karşılamak gerekir. Bilinmeyen, görülmeyen ancak varlığı hissedilen her şey insanların psikolojik, buna bağlı olarak kültür ve inanç dünyasında hayranlığın yanı sıra korkuyu da beraberinde getirmiştir

 

 

  1. Dünya Halklarında Hastalık ve Hastalıkla İlgili İnanç ve Uygulamalar nelerdir?

 

Tıp dünyasında terminolojik anlamda salgın, ölümcül hastalık adlarının (kanser, verem, veba cinsel hastalıklar vb.) insanları psikolojik olarak olumsuz yönden derinden etkilememesi için daha yumuşak, kulağa hoş gelen (verem: Türk. adı belirsiz, berem, dık, gelincik, güzel ağrı, ince dert, kel hastalık, örken, verev, Kırg. kurgak uçuk vb., kanser: Türk. eşekgummas, sınan, yemece, yepeme, yeyilme, yiyici yara, yöreme vb. Kırg. caman ooru veba: Türk., davun, kıran, kıran, yamara, yanıara, yumrucak vb., Kırg. çuma ) söz/ sözcüklerle (dil göstergeleriyle) ifade etme zorunluluğu doğmaktadır. Veba, çiçek, kızamık, sıtma, şarbon vb. kısa zamanda bulaşıcı özelliğiyle hayvan ve insanlar arasında yayılan hastalıkların adı doğrudan söylenildiğinde o hastalıklar bir canlı varlık gibi bir araya gelir veya onların iyeleri gazaba gelir endişesi ve korkusunda animistik majik inançların etkisi kendini göstermektedir. Bu inanç ve düşünceye bağlı olarak onların gerçek adları tabuya dönüşüp yerini örtmece sözler alır.

Aksi takdirde hastalığın doğrudan doğruya başat adı söylendiğinde hastada ya da hastanın yakın çevresinde psikolojik bir çöküntüye yol açma ihtimali söz konusudur. Hastanın ilaç ve tıbbi tedaviden önce iyi bir morale ihtiyacı vardır ki işin burada dil ve dil göstergeleri, tabu-örtmece sözler kendini göstermektedir.

İlkel toplumlar güncel hayatta kullanılan çeşitli hastalık adlarıyla hastalığın kendisini bir bütün olarak kabul etmiştir. Modern toplumlardaki gibi hastalık ve hastalığın adını bizim gibi algılamak yerine, bu ikisini birbirinden ayıramamışlardır. Dolayısıyla ağızdan çıkan söz adeta cisme dönüşmekte, sözcükler (dil göstergeleri) sihirli, büyülü güce bürünmektedirler. Sözün sihirli kudreti yalnız Türk ve Moğol toplumlarında değil, dünyanın birçok eski ve ilkel toplumlarının inancında yer aldığını D. K. Zelenin örnekler vererek açıklamıştır (Zelenin, 1928:100-110).

Bu konuda A. A. Refortmatskiy şunları söylemektedir: «Hastalık adlarında da aynı biçim geçerlidir. Örneğin Ukrayna diyalektlerinde lihoradka (humma) hastalık adı titka, tetka olarak kullanılmaktadır. Bu tür örtmece söz Özbekçe’de de yaygındır.[5]

  1. K. Zelenin, uzun yıllara dayalı araştırmasında Sibirya, Kafkasya, Rusya, Orta Asya ve Baltık ülkelerinin yanı sıra Almanya, Polonya halklarında hastalık, hasta olma hali ve hastayı sağlatmaya yönelik folklorik uygulamalar ve inançları bütün yönleriyle ele alıp incelemiştir. Bu incelemenin sonucunda hastalık adlarına yönelik sakınmalar ve sağaltmaya yönelik uygulamaların hemen hemen bütün halklarda ortak özellikler taşıdığını örnekler vererek açıklama yoluna gitmiştir. Hastalığın semptomik özellikleri ve sonuçları itibarıyla bilinmez ve anlaşılmazların ötesindeki ruhlarla birebir ilintili olduğu, bazen hastalığı bir rüzgârın ya da fırtınanın, bir hayvanın ya da kendi ırk ve dinine mensup olmayan birey ve toplumların getirdiği inancı bu halkların kültür ve yaşam biçiminin değişmez ve tartışılmaz unsurları olarak ortaya çıkmaktadır. Konuya daha açıklık getirmek için D. K. Zelenin’in değerlendirmelerini göz önünde bulundurmak gerekir:

Avrasya halklarında özellikle epidemi sırasında çeşitli hastalıkların gerçek ismini söylememe / anma yasağı çok yaygındır. Çünkü kendi ismiyle anılan hastalık, onun ismini söyleyen kimseye gelir ve ızdırap verir inancı vardır. Bu inanç, hastalıkları canlı varlık, çoğunlukla insan biçimindeki hayvan olarak algılama / görme anlayışıyla yakından ilişkilidir.

Asya, Avrupa, Kırgız, Türk ve diğer dünya halklarında eskiden beri hastalıklarla ilgili yasaklama ve örtmece sözlerin yaygın olarak kullanıldığı malumdur. Bunlar dini ve batıl inançlara dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu hastalıklarla ilgili yasaklamalar ve örtmece sözlerin yanı sıra etnografik unsurların Asya ve Avrupa halklarındaki yasaklama ve örtmece sözlerle benzerlikler taşıdığı görülür.

Hastalığın gerçek ismini söylemek, onu davet etmektir anlayışı, hem Slavlarda, hem de komşularında yaygındır. Ancak söz konusu anlayış, halk arasında, daha çok insanı konu edinen yazarlar tarafından farklı farklı açıklanmaktadır. Eğer hastalık, kendi ismini söyleyen kişiye geliyor ve sonuç olarak da onu hasta ediyorsa, o zaman hastalığın ruhu kendi ismini duyunca öfkeleniyor demektir.

Ancak, bu görüşün tersini ileri süren bilgiler de çoktur. Sıtma, çoğu zaman bayan şeklinde tasavvur edilir. İşte bu bayanın âşık olduğu kişi, davetsiz sempati sonucunda hastalanır. Rus halk inançlarına göre, sıtma, kişiye sarılır, peşine takılır ve öper, böylece kişi hastalanır. Buradan da anlaşılacağı üzere, yukarıda sözü edilen hastalık algılama biçimi ile bu görüş birbiriyle örtüşmemektedir.

Sıtmanın Flandreca tedavi yolu, sabahleyin erkenden bir söğüt ağacına gidip, dallarından birine üç düğüm atmak ve şunları söylemektir: ‘Sabahlar hayrolsun, İhtiyar, sıtmayı sana veriyorum. Hayırlı sabahlar İhtiyar! Daha sonra geriye dön ve arkana bakmadan kaç. Sunderland’da öksürüğün halen geçerli bir tedavisi, hastanın saçlarını tıraş etmek ve saç tellerini bir çalılığa asmaktır. Kuşlar saçları yuvalarına taşıyınca öksürüğü geçirmek için hastanın başından alınan saç iki dilim tereyağlı ekmek arasına konur ve bir köpeğe verilir. Köpek öksürüğe yakalanacak, hastaysa kurtulacaktır. Girit Adası Karpatos’ta rahip, hasta bir insanın boynuna kırmızı bir iplik bağlar. Ertesi sabah hastanın arkadaşları ipliği çıkarır ve bir dağ eteğine giderler. Orada ipliği bir ağaca bağlarlar. Böylece hastalığı ağaca aktardıklarına inanırlar (Frazer, 1992: C.II, 146-147).

Bu sadece hastalığın herhangi birisine gelmesi ve onu hasta etmesi ile ilgilidir. Hastalığın sonraki gidişinde, hastalık ruhunun öfkesi anlayışı gerçekten de kendini gösterir. Her hastalık, dalga gibi kâh şiddetlenerek, kâh sakinleşerek geçer; birçok hastalık, normal sağlık durumunun sık sık paroksizm, nöbetlerle değişmesi şeklinde geçer. Eğer hastalığın nedeni, hastalık ruhunun kişiye yerleşmiş olmasıysa, nöbetin tutması, hastalık ruhunun öfkelenmesi, nöbetin geçip hastanın iyileşmesi, ruhun keyfinin iyi olması, yumuşaması demektir. Guriyler, hastalık ruhunu iki gruba ayırırlar: eğer hastalık hafif geçerse, hastalık ruhu “hafif batonebi”, yani, iyimser hastalık ruhudur, eğer hastalık ağır geçerse, “ağır batonebi” yani, kötümser hastalık ruhudur.

Hastalığın başlangıç döneminde de ağır hastalık nöbetleriyle ilgili anlayışlar vardır. Yeni hastalığın ilk nöbeti de hastalık ruhunun öfkelenmesine ilişkin olarak meydana gelir. Hastalığın gerçek ismini söyleme korkusu da buradan doğmuştur. Eğer hastalık kendi ismini duyarsa, küser ve misafirliğe gelir. İşte bunun esasında şu anlayışlar meydana gelmiştir: Ukrayna halk inancına göre: “Kolera, kendinin “kolera” isminin söylenmesini sevmemektedir.” Beyaz Rus halk inancına göre: “Kolera, herhangi birisinin onu anmasını sevmez”. Birçok hastalık isminin (özellikle sıtma, şarbon, kolera) bir küfür sözü olması, işte bu son anlayışların ortaya çıkması ve yaygınlaşmasına yol açmıştır.

Ele almakta olduğumuz yasaklar, ayrıca bunların halk içinde açıklanması konusunda karışık bir durumun ortaya çıkmasına, hastalığın başlangıcı ile sonraki durumunun bütünsel özellik veya iki ayrı olgu olarak değerlendirilmesi farklı inanç ve uygulamaların da kaynağını teşkil etmektedir.

Bir başka ifadeyle, hastalık nedenleriyle ilgili algılama ve ritüeller farklılık arz eder. Yukarıda belirtilen nedenden (hastalık ruhunun kişiye yerleşmesi) tamamen farklı bir neden daha vardır. Bu neden şöyle açıklanmaktadır: hasta canlarından birini kaybeder, canlardan biri kişiden çıkar ve kötümser ruh tarafından çalınır (ancak, Sibirya halklarının birçoğunda var olan bu anlayış, önemli sözel yasakları meydana getirmemiştir). Birinci durumda hastaya yerleşen ruh çeşitli şekillerde tasavvur edilir: bazen ilgili hastalığın özel ruhu; bazen da herhangi bir yerin, rüzgârın, ateşin ve başkalarının sahip ruhudur. Bazen sadece parçalanmaz kötü ruhtur. Ruhun yerleşme yöntemleri de farklı farklıdır.

Sahip-ruhlar genelde kişiye karşı nötr, yani, ne kötü, ne de iyi olarak nitelendirilir. Bunların hastalığın özel ruhlarından farklı, özel ruhlar insanlardan uzaklarda yaşayıp onlara yalnızca belirli dönemlerde, epidemi sırasında gelirken, sahip ruhların birçoğu insanlara yakın yerlerde yaşarlar. Sahip ruhtan hastalığın alınmasını genelde bu ruhun öfkelenmesiyle ilişkilendirirler. Ancak, bize göre, bu açıklama daha yeni meydana gelen bir anlayıştır. Çünkü sahip ruhtan hastalığın alınması işi, sadece onunla karşılaşmak, özellikle “kötü saatte” veya “kara günde” onunla karşı karşıya gelmek bile yeterlidir.

Olonetsk Velikorusları çocuk hastalıklarının birçoğunu rüzgâr, hamam, ev orman sahiplerinin ruhları tarafından gönderildiğine inanıyorlar. Bu tür çıkış kökenine sahip hastalıkların özel ismi vardır: prihod: geliş ve bunların ortaya çıkış sebebini de şöyle açıklarlar: Çocuğu, ebeveynlerinin veya ailenin diğer üyelerinin azarladığını duyarsa sahip ruh kızar, azar. Eğer sokakta söylenmiş ise rüzgâr, hamamda söylenmiş ise, bannik (hamam iyesi), evde ise, domovoy (ev iyesi), ormanda ise leşiy (orman iyesi) vb. hemen öfkelenirler. Öfkelenen ruh, “tahkir eden kişiden çocuğunu hastalandırarak öç alır.” Bu konuyla ilgili diğer kaynaklarda sahip ruhun öfkesinden söz edilmemektedir; sadece onun ismi anılırsa hemen ortaya çıkar. Öyleyse, burada “hastalanan çocuğu şüphesiz kötü ruhu anarak yani ruhun gerçek (yasaklanan) ismini söyleyerek azarlamış olmalılar ki, kötü ruhlar ve sahip ruhlar da tepki olarak çocuğa gelir. Ateşin sahip ruhu, ateşle ilgili yasaklar ve diğer kurallar bozulduğu zaman “Uçan ateş” hastalığını gönderir, fakat burada ruhun gerçek ismini söylemek, geleneksel yasağı bozmak demektir. Domovoyun (ev iyesi) kırıklığı, “Domovoy kırdı” kâbusu ve bazı cilt hastalıklarını “Domovoy çimdikler attı,” “Susedko öptü” (dudaklardaki sivilce için) gönderdiğine inanırlar.

Ukraynalılar, epilepsinin özel şeytan şeklinde tasavvur edilen bora tarafından gönderildiğine inanırlar.

Korebsk Beyaz Rusları felç hastalığını rüzgâr ruhuna atfederler: “Rüzgâr esti”, Velikoruslar da çeşitli hastalıkların nedenlerini rüzgâr ile ilişkilendirirler: “esti,” “salgın” Sibiryalı Ruslar, rüzgârın Sibirya yarasını (şarbon) getirdiğine inanırlar, dolayısıyla bu hastalığa “vetryannaya (yel)” derler. Altay Teleütlerine göre de çeşitli hastalıklar kötü rüzgâr tarafından gelir. Arhangelsk bölgesindeki Ruslar “vetrennoye, vetrennoy nos (nosit fiilinden: taşımak, getirmek) “rüzgârın getirdiği” diye adlandırılır.

Vyatka bölgesindeki Velikoruslar, hamamda herhangi bir hastalık veya epidemi hakkında konuşurken o hastalıktan bahis açmadan önce, “Tepla paruşa (banya), ne suluşay!” “Sıcak buhar (hamam), bizi dinleme!” sihirli sözünü söylerler. Burada, kastedilen şeyin hamama sahip ruh olduğu açıkça belli olmaktadır. Özellikle, sihir sözünden de anlaşılacağı üzere, o konuşmayı hamama sahip ruhun sadece duymuş olması bile yeterlidir. Yani, onun öfkelenmesi söz konusu değildir.

Halkların birçoğunda, hastalıkları sahip ruhlara değil, kötümser ruha veya şeytana atfederler. Meselâ, Kaçin Tatarlarına göre, bütün hastalıklar Yerlihan tarafından gönderilir. Çuvaşlar, hastalıkları “Uzal” veya “Hayar” olarak adlandırılan kötümser ruha atfederler. “Kötümser ruhun sadece bir defa anılması” yeterlidir ki, çocuğun başı ağrır veya çocuk cildi döküntü geçirir. Büyükler ise, şu durumda hastalanırlar: “Dışarıda biriyle kavga edip eve döndüklerinde, kavga sırasında söylenen küfür, ya onu söyleyen büyüğe, ya da onun çocuklarına yapışır, hatta kavga esnasında onların yanından geçenlere de yapışabilir” hastalık hakkında şöyle derler: “Uzal veya Hayar tivri” yani, “Kötümser ruh zedeledi (çarptı, vurdu)”. Burada da ruhun öfkesinden söz edilmiyor; hastalığın nedeni, kötü ruhun ismini ifade eden “küfür sözüdür”.

Turuhan Samoyed Yuraklarında epidemi sırasında yüksek sesle bağırmak yasaktır. Çünkü bağırma, hastalık gönderen şeytanı çağırabilir.

Nihayet, pislerin veya ölülerin ruhu olan küçük kötü ruhlar da insanlara çeşitli hastalıkları gönderirler; onlar kişiyle karşılaşarak veya büyücülerin verdiği vazife üzerine insanları hasta ederler.

Bu tür inanç, genel olarak hastalıkları kötü ruhlara atfedilen hastalık isimleriyle ilgili ad ve kavramlara yönelik yasaklar oluşturmamış, sadece kötü ruhların isimleriyle ilgili sözel yasakların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hastalık isimleriyle ilgili özel sözlü yasaklar, çok uzaklarda yaşayan ve buna rağmen kendi isimlerinin söylenmesiyle kolayca çağırılabilen özel hastalık ruhlarına olan inançlardan doğmuştur. Bu tür inançlar yakın zamana kadar, özellikle Ruslarda vardı. Doğu Sibirya’daki Anadır bölgesinde yaşayan Ruslar, çocuklarının huzurunda rodimetz’den (çocuk hastalığı) bu hastalığı “çağırmış olmamak” için söz etmezler. Bununla ilgili bir Beyaz Rus atasözü vardır: “Hvarebu vi treba klikal, sama pridzya”.

Doğu Sibirya halkları bazı hastalıkları ilk kez Ruslardan öğrenmişlerdir. Örneğin, Yakutlar, çiçek ve kızamık hastalıklarını Rus elbisesi giyen ve kendi kurbanları olarak belirledikleri evleri şahsen ziyaret eden iki Rus kız kardeş olarak tasavvur ederler. Yukagirler, çiçek hastalığını, Rusların beraberlerinde getirdikleri kötü ruhun etkisi olarak görürler; bu yabancı çiçek şeytanı yerel Şamanların sihirli sözlerine boyun eğmiyor. Kuzey Sibirya halklarında epidemi sırasındaki bazı sözel yasaklar, bazı epidemik hastalıkların Rus kökenli olması inancından doğmuştur.

Hastalık sırasındaki sözel yasaklar konusuna geçmeden önce, hastalık esnasında yapılan diğer yasaklar ve ayin faaliyetleri üzerinde de durmak gerekir. Her zamanki gibi burada da yasak sözler ile yasak edilen eylemler arasındaki paralellikler söz konusudur.

Bazı ayin törenleri, hastalık ruhunu kandırmak, başka bir deyişle, onun gelmesini, eve yerleşmesini önlemek amacıyla daha hastalık gelmeden önce yapılır. Ayinlerin bir diğer kategorisi, hastalık eve yerleştikten sonra, yani, hastanın huzurunda yapılır. Bu kategoriye giren ayinlerin amacı, hastayı iyileştirmeye yöneliktir. Bunun için hoş ve neşeli hava oluşturarak hastalığı yumuşatmak gerekir. Bazen bu tür ayinlerle aynı anda herhangi bir şekilde hastalığı kovmak ve sağaltmaya yönelik faaliyetler de yapılır.

Hastalığın ilgili eve yerleşmesini önlemek amacıyla hastalık başlamadan önce yapılan ayinlerin göze çarpıcı örneklerini burada vermek gerekir. Bazı Yakutlar çiçek epidemisi sırasında, havlama ve böğürmeleri nedeniyle meskûnun nerede olduğunu belirtmesinler diye kendi köpekleri ile öküzlerini öldürürler; çiçek sakin ve sessiz boz evi fark etmez, yanından geçip gider. Buna benzer hareket Kafkas’taki Gürcülerde de görülür: onlar, komşu evdeki birisi çiçekle hastalandığı zaman evlerinin o komşu eve görünmeyecek tarafını aydınlatırlar, perdelerini çeker ve akşamları dışarı çıkmazlar. Bunu, evimizi çiçek komşu fark etmesin diye yaparlar.

Poltava Ukraynalıları, eve ateş yakmadan önce pencerelerinin dış kanatlarını kapatırlar. Çünkü onlara göre, çocuk hastalığı olan plaksivitsa, ağlayış ve uykusuzluk, akşamları güneş battıktan sonra sokak sokak gezer ve hangi evin penceresinden ateş görürlerse, oraya girer ve kalır. Litinsk vilâyetindeki Ukraynalılar, vebanın dikkatini çekmemek için, bütün evlerdeki pencere çerçevelerini çıkartırlar. Veba: “Bu evlerde kimse yaşamıyor, buraya girmeme gerek yok” diye inanır ve o evde yaşayanlara zarar vermemiş olur.

Şiddetli hastalığın ruhunu kandırmaktan ziyade, ona yemek ikramında bulunarak hoşuna gitmeye yönelik etkinliklere daha çok rastlanır. Tunguslar ve Buryatlar, çiçek epidemisi sırasında bozevlerinin önüne çiçek evlerine girmesin ümidiyle süt, çay ve etli yemekler koyarlar Yakutlar ise, bu tür yemek ikramını içinde oturulmayan binalara, meselâ temiz ambara veya evden uzak sokaklara hazırlarlar. Ancak her iki durumda da çiçek için yemek ikramının hazırlandığı binayı kilitlemez, kapısını açık bırakırlar ve oraya kızak veya kayığı başka meskûnlara bakmayacak şekilde koyarlar. Yolculuktan yorulmuş koca karı çiçek yemek ikramından sonra uykuya dalar, kızak veya kayık ise, onu yerleşik insanlardan uzaklara götürür.

Çiçeği yerleşik halktan uzak tutmak amacıyla oyuncak kızak veya kayığa koca karı kılığında yapılan çiçek, oturtulur ve yanına oyuncak ve yolculuk için gerekli malzemeler konulur. Böylece “Bu yolla git büyük anne! Oralardan bizden daha zenginlerini bulursun!” sözleriyle sokağa çıkarırlar.

Ancak, çiçek yine de eve girer, mutlaka evi ziyaret eder endişesi neticesinde onunla yüz yüze gelme korkusunu doğurmuştur. Dolayısıyla, hastalık yemek ikramıyla yetinir, ilgili eve yerleşmek üzere kalmaz ümidiyle, hastalığı içinde yaşanan eve yemek ikram etmek için özellikle davet ederler. Bazı Yakutlar, çiçek epidemisi sırasında “Salamat” (yağlı koyundan yapılmış un bulamacı) yapar ve böyle bir yemek ikramından sonra misafirperver ev sahiplerine dokunmaz ümidiyle çiçeği yemeğe davet ederler.

Ukraynalılar da çocuklarını çiçekten korumak için, bazen evlerinde masanın üstüne bal koyarlar, çünkü çiçek eve girerse baldan yer, memnun olur ve çocuklara dokunmaz diye inanırlar. Olonetsk Velikorusları, köy çiçek epidemisine yakalandığı zaman “Ospa (çiçek) İvanovna’yı” evlerine çağırırlar, hatta onun onuruna börek yaparlar.

İ. Neklepayev, “Russkiye Vedomosti” gazetesinin muhabirinin anlattıklarından şöyle örnek getirmektedir: Olonetsk Velikoruslarının yukarıda sözü edilen ayinle benzer, ama biraz zor bir ayini daha vardır. Köyde herhangi birisi çiçeğe yakalandığı zaman hastanın komşuları hemen kendi çocuklarını toplar ve onlara bayram kıyafeti giydirip hastanın yüzündeki “Ospa (çiçek) ivanovna’yı” selamlamak üzere hastaya götürürler. Bu selamlama, hastayı üç defa öpmekten oluşur. Bu tür selamlama için 10-15 km uzak mesafeden bile çocuklarını getirirler. Köyde epideminin şiddetlenmesi durumunda hastalığa yakalanmamış sağ çocuklar yine hastanın evine gelirler. Ancak bu defasında hastalık ruhuna yemek getirirler; her evde 27 börek pişirilir ve bu börekler hastanın yanındaki masanın üstüne veya yatağına konulur; börek çiçek için pişirilir, ancak, onu hastayı ziyaret edenler yer.

Kafkasya’daki Abhaslarda çiçeği evlat edinme olayı görülmektedir. Burada çiçeğin ruhları karı koca şeklinde kabul edilir: Ahi (yani altın) Zoshan ve Beyaz Hania, 1914 yılında bir Abhaz köyünde bu ruhları ormanda yapılan bir ziyafete davet etmişlerdir. Ziyafet sırasında iki Abhaz bayan elbiselerinin göğüslerini açmış, göğüslerini de sadece ipek şal ile örterek oturmuşlar. Çiçek ruhlarının bu göğüsleri öpmelerini istemişler: bu tür göğüs öpme Abhazya’da evlatlık edinme anlamına gelir. Herhalde hastalık ruhları evlat edinildikten sonra ilgili köyün sakinlerine dokunmaz diye düşünülmektedir.

Hastalık eve yerleştikten sonra yapılan ayinlerde şöyle durumlarla karşılaşıyoruz: hastalık ruhunun bağışlamasını isteyerek ona yemek ikram eder, onu eğlendirmeye, ona güzel ortam oluşturmaya çalışırlar, hastalık ruhunun hoşuna gitmeyecek şeyleri yapmaktan kaçınırlar.

Povenetsk Velikorusları, çiçeğe yakalanan hastanın önünde eğilir ve gözyaşlarını akıtarak “Ospitza – Matuşka (Çiçek Ana) kızımızı veya oğlumuzu bağışla” diye yalvarırlar. Bununla aynı anda çavdar ekmek pişirir ve bu ekmekler daha sıcakken çiçek çıbanlarına koyarlar. Bu da hastalık ruhuna sunulan yemek ikramıdır. Kazan Tatarları, “çyaçyak anası” (çiçek anası) ile “Çyaçyak iyası (çiçek sahibi) nın” yani çiçek ruhlarının “hastanın üzerine oturduklarına inanırlar.

Çiçeğe sunulan ikramlar çok çeşitlidir. Osetinler hastanın üzerinde üç ekmek tutar, bu ekmekleri alarak hastanın yatağının etrafında dolaşır ve şarkı söylerler: “Nurlu Alaurdlar (Osetinler çiçeğin ruhuna “alaurd” derler), size en iyi çavdar ve peynirden güzel ekmekler pişirdik, sizin için muhteşem bira kaynattık; çocuğumuza sağlık bağışlayın, biz de size gümüş kanat hediye ediyoruz, bununla yine memleketinize geri uçabilirsiniz”. Aynı tarzda Kaçin Tatarları da ailede herhangi birisi kızamık veya çiçeğe yakalandığı zaman hastalıkları gönderen kötü ruh Yerlihan’ı yumuşatmak için hemen masaya şarap ve meze koyarlar; hastayı ziyaret eden kimse “İkonaya ve mezeye adeta çiçeğin kendisine eğiliyormuşçasına eğilir ve özel bir davetiye olmaksızın masanın üstündekileri kendi isteğiyle yer.”

Altay Şorları, ruhlar tarafından gönderildiğine inanılan her hastalık sırasında, hastanın başucundaki masaya kötü ruh için çeşitli meze türü yiyecekler koyarlar. Altay’daki diğer Türkler, çiçeğe yakalanan hastanın başucuna bir kap süt koyar ve bu sütü tabanın temiz bir yerine dökerek her gün yenilerler. Eğer kaptaki süt sabah azalmış olursa, hastanın iyileşeceğinin bir işareti olarak sevinirler. Bunun dışında, her akşam ve sabah dışarıdan açık kapıya “Çiçek ana, hafif ol ve hastayı koru!” diyerek kaptaki sütü serperler.

Hastalık gönderen ruh Ayna’yı eğlendirmek için Altay Şorları hastanın boz evinin içine uzun kurdele, bez parçaları ve kâğıt paralar asarlar. Altay’daki diğer Türkler, çocuğkları kızamığa yakalandığı zaman (Kızamık Ana; deniz ruhu olan Talay Hanın hizmetçisi olarak sayılır), hastanın boz evinin ön köşesine beş altı yeni bayan elbisesi ve başörtü asarlar; kendileri ise, temiz elbise giyer, çocuğa da yeni ve temiz giysi giydirir ve evdeki her şeyi temizlerler. Bayan elbisesi ve başörtü hastalık ruhuna bağışlanır; ruh bunları giyer veya en azından bu elbiselere bakar; her değerli misafir kabul edildiğinde ev sahibesi ona kendi elbiselerini de gösterir.

Yukarıda bahsedilenlerden yola çıkarak, çiçek ve diğer bazı hastalıkların, bayan ruhlara ait eğlence ve neşeyi seven ruhlar olarak sayıldığını söyleyebiliriz. Gürcü ve Osetinler’de çiçekten ölenlere ağlamak yasaktır. Aksi takdirde çiçek öfkelenir ve herkesi kırar geçer. Gürcü kadınlar, çiçek ruhunu memnun etmek için hastanın huzurunda soyunur ve oynarlar. Burada kadınların çıplaklığıyla ruhları korkutmak değil, gerçekten de ruhları neşelendirmek amaçtır.

İmeretinlerde çiçeğe yakalanan hastanın çevresindekiler “her zaman neşeli olmalı, birbirlerine en güzel sözler söylemelidirler” bunun dışında hastanın odasına çeşitli çiçekler getirir ve yerel gitar olan çenguri eşliğinde şarkı söyletmek üzere bir bayan davet ederler. Hastanın huzurunda müzik çalmak, şarkı söylemek, bazen neşeyle kahkaha atmak genel olarak Kafkas halklarına ait bir adettir.

Yakutlar, herhangi birisi çiçek veya kızamıkla hastalandığı zaman, hastanın boz evinde eğlenceli ziyafet düzenler ve komşularını çağırırlar; ziyafet sahipleri misafirlerini güler yüzle karşılarlar ve sofrayı güzel yemeklerle donatırlar.

Eylemsel yasaklar, sözel yasaklarla paralel özellikler gösterdiği için daha ilginçtir. Hastalık ruhlarıyla ilgili şöyle yasaklar vardır: din, cinsel ilişki, su, ateş, koku, gürültü ile ilgili yasaklar vardır. Bunun dışında keskin demir aletlerle ilgili yasaklar vardır. Bunlar insanları bütün ruhlardan korumak için hizmet ederler.

Şorlarda çiçek hastalığı sırasında yardım isteyerek şamana başvurmak ve hastanın boz evinin yanından ikonayla geçmek yasaktır. Yakutlar da çiçek ve kızamık hastalığı sırasında şamana başvurmazlar. Çünkü bu hastalıklar, Rus kökenli sayılır. Ancak, köken kokusu burada, niçin Rus ikonlarına yasak konduğunu açıklayamaz. Kaçin Tatarlarında çiçek veya kızamık hastalığının huzurunda ziyaretçiler ikonaya haç çıkarmazlar. Yakutlar, hastanın evdeki ikonların üzerine dikkatle örtü geçirirler.

Özellikle hastalıkların Rus kökenli olduğu anlayışı bulunmayan Kafkas halklarında da aynı yasakların yapıldığını belirtmek gerektir. Kutais’teki Gürcüler, “batonebi” yani, “baylar,” “paşalar” ismiyle belirtilen; kızıl hastaları, çiçek, kızamık, boğmaca, difteri ve dizanteri gibi ağır çocuk hastalıkları sırasında haç çıkarmazlar. Çünkü bu hastalıklar “din adamlarına” zarar veremez. Burada da yukarıda sözü geçen avcı ve balıkçı anlayışlarında gördüğümüz ruh ve din arasındaki düşmanlığı görüyoruz. Orman devi ve su cini gibi hastalık ruhları dinlerin, özellikle Hristiyanlığın düşmanıdır.

Cinsel ilişki, koku, ateş ve gürültü tabularında da benzerlikler vardır. Hastalık ruhları ile orman ruhları arasında bu kadar çok benzerlik bulunduğuna göre, ruhlar geneldir. Birbirinden farklı, değişik özelliklere sahip varlıklar değildir.

Gürcülerde çocuk hastalıkları sırasında eşlerin cinsel ilişkiye girmeleri yasaktır. Kamilerde (Zıryan), çeşitli hastalıklar sırasında “evde hasta varsa, veya köyde salgın varsa” cinsel ilişkiye girmek yasaktır. Kamilerin temiz bir bakire olarak tasavvur ettikleri bir çiçek cinsel pisliği, (pez) hiç sevmez ve hiçbir zaman “pis” çiçek aşılayıcısını takip etmez; dolayısıyla çiçek aşılayıcısı kendisini cinsel ilişkiden uzak tutmalıdır. Aksi halde çiçek aşılanmaz. Korelilerde “rodimçik” hastalığına yakalanan çocuğun evinde cinsel ilişkiye girilmesi yasaktır; yasak çiğnendiği zaman ya çocuğun annesi hasta düşer, ya da hasta çocuk yatağa girer. Çiçek sırasında da aynen öyledir.

  1. Nalimov, çocuk hastalıkları sırasında uyulması gereken cinsel yasakların, cinsel pisliğin (pez) çocuğa zarar getirmesi ile açıklıyor. Ancak, karşılaştırmalı etnografik bilgilere göre cinsel ilişki hastalık ruhlarının yanı sıra orman ruhlarının da hoşuna gitmez. Bu antipati orman ruhlarına avcılar tarafından aktarılmıştır.

Yine V. Nalimov, evde hasta veya köyde epidemi olduğu zaman iç çamaşırlarının yıkanması yasağını da cinsel pislik ile ilişkilendirmektedir. Nalimov, burada şunu kastediyor: çocuğun iç çamaşırlarının yıkanmasına izin verilir, çünkü onun iç çamaşırına cinsel pislik bulaşmış değildir ve dolayısıyla onun yıkanması bazı hastalıkları uyandıran “cinsel pisliği artırmaz”. Fakat diğer halklarda sadece iç çamaşırı değil, her türlü çamaşırı, hatta tabanı yıkamak da yasaktır. Herhalde bu yasak su ile yani su cini ile ilişkili olarak ortaya çıkmıştır.

Altay Şorlarında, “hastayı yıkamak, hastalık ruhu olan Aynı’yı kızdırır” anlayışı vardır. Kafkas Guriyleri, çiçeğe ithaf ederek özel bayram düzenlerler; bu bayramı Pazartesi “masliyanitsa” da düzenlerler ve ona “kvaviloba” yani çiçek günü derler. O gün doğal çiçek ile hastalanmayanların yıkanması yasaktır.

Olonetsk Velikorusları, “çiçek” henüz evde iken taban yıkanmaz, su dökmezler, çünkü o “çiçek” bunu sevmez”. Ermenilerde ise, çamaşırı sabun ile yıkamak yasaktır: bu yasak çiğnendiği zaman hasta ölür veya hastalığı uzun sürer. Ancak burada yasaklanan şeyin sabun değil, su olduğu anlaşılmaktadır. Fakat temizleyici bir araç olarak somut su değil, hastalık ruhunun hoşuna gitmeyen su cini kastedilmektedir. Herhalde, bir yandan bazı hastalık ruhları ile su ruhunun diğer yandan su ruhu ile orman ruhunun arasında antipatik ilişkilerin bulunduğuna inanılmaktadır. Kafkas ipekçilerinde de su yasağı vardır. Hatta su kelimesini söylemek yasaktır.

Ateşe karşı yasaklar daha ilginçtir. Özellikle, Kutais’teki Gürcülerin açıklamaları çok ilginçtir. Çocuk hastalıkları “batonebi” sırasında Gürcüler sobadan kömürün sıcak külünü çıkarmayı, bal mumu yakmayı ve semaverde ateş yakmayı ve hastanın odasına sıcak bir şey getirmeyi yasak ederler. Çünkü “hastalık meleğinin pamuk elleri yanar” veya “bal mumu ayakları erir” diye korkarlar. Hastanın odasına sadece Yunan cevizi ile dövülen pamuktan kandil yakmaya izin verirler. Burada da yasak edilen şey somut ateş değil, ateşin ruhudur.

Koku yasağı (kreozota) Fin-Karellerde görülmüştür. Bunlar evde çiçekle hastalanan çocuk varken çizmeye katran sürmeyi yasaklarlar. Korku yasağının yanı sıra bir de gürültü, yüksek sesle konuşmama yasağı vardır. Gürültü yasağı, Altay Şorlarında Someyed-Yuraklarda, Buryatlarda ve diğer birçok millette görülen çok yaygın bir yasaktır.

Özellikle hastanın evinde kavga etmek yasaktır. Guriy araştırmacıları, Guriylerin çiçek hastasının evinde hastayı değil, gürültüyü sevmeyen batonebi, yani, hastalık ruhunu huzursuz etmemek için sükûneti koruduklarını belirtmektedir. Eğer hastanın iyesi içeri girerse, onu kaba bir şekilde kovmazlar, kibarca dışarı çıkmasını rica ederler. İmeretiya’da hastanın komşularının evinde yüksek sesle konuşulmaz. Çünkü hastalığın ses aracılığıyla da bulaşabileceğine inanılır.

Kafkas halklarında hastanın huzurunda keskin demir araçların bulunması yasaktır. Kafkas ipekçilerinde yanında bıçak taşımanın yanı sıra “bıçak” kelimesini söylemek de yasaktır. Elimizde, burada demirin kendisinin mi yoksa demir ruhunun mu kastedildiğini tespit eden bilgi yoktur. Genelde hastanın huzurunda ateş, su, gürültü ve keskin demirden yapılan aletlerin bulunması tehlikeli sayılır, bunlar hastalık ruhunu yenemezler, bir de bunların bulunması hastalık ruhunu öfkelendirir.

Tiflis ve Kutais Gürcüleri, çiçek hastasının evinde tavuk ve diğer evcil hayvanları kesmezler, aksi takdirde “Kesici alet, melekleri (hastalık ruhunu) incitebilir”. Bunun dışında iğne ile herhangi bir şey dikmek de yasaktır. Çünkü iğne meleklere batabilir, melekler de hastanın gözüne iğne batırabilirler.

İmeretinler, çiçek ruhuna hastanın cinsiyetine göre horoz veya tavuk bağışlarlar. Ancak bağışlanan kuşu kesmezler, sadece hastanın başının üstünde üç kere döndürür, sonra kuşun başını, kanat ve ayaklarını kırmızıya boyar ve avcıya salıverirler. Hasta iyileştikten sonra o kuşu keser, karaciğeriyle beraber kuşu yakındaki bir ormana götürür ve bir kaba koyarak bir yere saklarlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, hayvan kesme yasağı değil, ormanda, yani, evden uzak olan ve dolayısıyla hastalık ruhunun dönemeyeceği bir yerde ona yapılan izzet ve ikramdır.

Bu tür kurban hayvanları, yani, hastalık ruhuna sunulan yemek ikramına ilişkin olarak ortaya çıkan yasaklar vardır. Gürcülerde çiçek ruhu, tavuk ve sığır etini sevmez, ama keçi etini, özellikle keçinin yüreği, karaciğeri ve ütülmüş etini sever. Bundan dolayı Gürcülerde hastanın evinde sadece keçi eti yenir, keçi sütü ise evin köşelerine dökülür. Güriy çiçeği, domuz etini ve şarabı sevmez, bu nedenle Güriyler çiçek ruhunu müslüman sayarlar.

Gürcülerde çiçek hastasının bulunduğu odayı süpürmek yasaktır. Çünkü “Süpürge meleklere (yani, hastalık ruhuna) dokunabilir, bu ise meleklerin hastaya karşı öfkesini uyandırabilir”. Burada süpürgenin mi, yoksa toz kaldırmanın mı yasak olduğu belli değildir. Bize göre, toz kaldırmak yasaktır. Çiçek hastasını ilaçla iyileştirme yasağı Kafkas halklarında çok yaygındır. Gürcüler, hastanın evine doktorların yanı sıra din adamlarını da sokmazlar. Kareller, çiçekle hastalandıklarını doktora söylemezler, aksi takdirde çiçek kızar ve hasta çocuğu sakat edebilir. Belki burada doktor, papaz, yani din hizmetkârı olarak görülmektedir; belki bunun başka bir gizli sebebi vardır.

Bunun dışında Gürcülerde, hastanın evinde borç para, genel olarak herhangi bir şey vermek yasaktır. Çünkü verilen nesneyle beraber kendi mutluluklarının da verileceğine inanılır.

Yukarıda anlatılanların hepsi, söylenmesi yasak olan çeşitli hastalık isimlerinin yerine kullanılan sözcüklerin biçim, sözcük-anlamsal özelliklerini bütün yönleriyle ortaya çıkmasını sağlamaktadır.

Ruslar, hummayı ‘anne’ kelimesi ile anarlar: matuha, matuşka, lihoraduşka, matka; Teyze kelimesi ile: Ukr. Titka, Beyazrus. Tzyatyuha, Velikorus. Tzyetuşka veroguşa, dityuha; Abla; Arkadaş; Kumoha (vaftiz ana); dobruha (iyi kalpli); pestuha (çocuk bakıcısı); gostya (konuk) v.b. Böylece burada akraba isimleri, genel olarak saygı ifade eden sözcükler daha ön plandadır. Kumoha kelimesi Yakutça’ya Rusça’dan girmiştir. Aynı hastalığın ismi Almanca’da da aynı kelimelerle anılmaktadır: Gevatterin, kuma (vaftiz ana), das gute, dobraya (iyi kalpli, iyimser), gesegute, sebige.

Hummayı belirtilerine göre ifade eden sözcüklerin hepsi örtmece değildir. Humma titremesi trysuha, trysuçka, trysavitsa, tryşşa, tryssa sözcükleriyle ifade edilir; Dannil Zatoçnik’in sözünde: Luçeb mi tristçeyu balti, ni so zlıyu s nelubayu jenayu bıti (Titreyiş gelir, koca karı ölüme kadar titretir. Nadiren Vologodça trısinutsa sözcüğü ile de ifade ederler. Litvanyaca’da humma “drigus,” Bulgarca’da “treska” sözcükleriyle anılır. Humma’nın verdiği üşüme şu adlandırmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur: znobiha: üşüme, znobuha, haladuha, studenka, Polonyaca chlaodna. Hummanın verdiği sıcaklık ogneva: ateş, hummanın verdiği sancı ve ihtilaç lomovaya, korçeya, koruçka koyomka sözcüklerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hummanın diğer belirtileri ise, kaşluyanya: öksürtücü; blednuha: benzi uçuran; jeltuha: sarılık; gnetuha, gnetuçka, gnetnitsa: ızdırap verici, mahvedici anlamındaki sözcüklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Yine vesnuha, voşnitsa, vesnitsa, yani, baharlık, baharda çektiren; osinnuha, listopadnaya, listopadina; sonbaharlık, yaprak dökümü; nizovka yani, aşağı ırmaklardan gelen anlamında neologizm sözcükler bir başka ifadeyle örtmece sözcükler halkın dilinde yer almaktadır.

Örtmece sözcükleri aynı şekilde beş kategoride ele alabileceğimiz çiçek hastalığı üzerinde duralım. Çiçeğe her şeyden önce “konuk” derler. Bu adlandırma, hastalık konusundaki halk anlayışına tamamen uyuyor. Olonetzk Velikorusları çiçeğe gostya, gostitsa derler. Fin-Kareller de aynı adla ve Abakan Tatarları aldji: misafir derler.

Eve gelen konuğa karşı duyulan saygının ifadesi olarak, her şeyden önce küçültme ve nazlandırmayı ifade eden eklerin yer aldığı (-cık, -cik vb.) adlandırmalarda görülmektedir: ospitsa, vospitsa: çiçekcik (küçücük annecik gibi), sonra onu baba adıyla adlandırmada da görülmektedir: Afanasyevna, Ospa İvanovna, Marya İvanovna; Ruslaşmış Kareller ospo opisovna: çiçek kızı çiçek vb..

Humma gibi çiçeği de akrabalık isimleriyle adlandırırlar: mat (ana), babuşka (büyükanne), totka (teyze, yenge), kuma (vaftiz ana) v.b. Kolım bölgesindeki Ruslar, çiçek küsmesin diye ona “çiçek ana” veya sadece “annecik” derler. Olonetsk Velikorusları ospa, matuşka, ospitsa, matuşka: çiçek ana derler. Yakutça’daki çiçek adlarından biri “matıska”dır. Bu kelimenin Rusça’dan girdiği açıkça belli olmaktadır. Bir de bu kelimeden Yakutça esasında “matıskala,” yani çiçek veya kızamık ile hastalanmak fiili türemiştir. Yakutça’da çiçeğin diğer ismi olan “mama” (anne) kelimesi de Rusça’dan alınmıştır. Çiçeğin gerçek ismini Yakutlar hiç bir zaman söylemezler. Altay’daki Teleutlar da çiçeğe anne derler: ene kiji: anne ospa (çiçek) annecik ve Sibirya’daki diğer Türkler de anne derler.

Yakutlar çiçeği diğer akrabalık isimler ile de adlandırırlar: ayii: teyze; njapı: vaftiz ana; babuşka: büyükanne. babuşka sözcüğü, Rusça’daki sesteş babuşki: çiçek çıbanları kelimesinden girmiş olabilir. Yukagirler çiçeğe “çomol apia”: büyükanne derler. Yakutlar çiçeğe “âmâhsin:” koca karı veya “hatungu amahsin:” Kuzey koca karısı derler.

Çukça ve Yukagirler çiçeğe “yüce hastalık” derler. Bu adlandırma çiçeğin Kafkasça isimlerine benzerlik arz etmektedir: barin: Bey, Slavca boginya: Tanrıça. Kafkas’taki Guriyler çiçeğin gerçek ismi olan “kvavili” kelimesini kullanmaz, onun yerine “batonebi” yani, “Beyler” (tekil batoni: Bey) kelimesini kullanırlar. Bu kelimenin tekil değil, çoğul şeklinde kullanılma nedenini T. Mamaladze şöyle açıklamaktadır: Guriy halkında çiçeğin tek değil, birçok meleğinin bulunduğu, yani, hastalığın birçok ruhunun bulunduğu anlayışı çok yaygındır. Ancak İmeretiya’da bu çoğul şekli tekil anlamı taşır, M. Sagaradze onu “Bey” olarak çevirmektedir. M. Maşurko, Gürcüce’de “Batonebo” sözcüğünün hitap şeklinde de kullanıldığını bildirerek “Barin:” Bey olarak çeviriyor ve “barin” (Bay) kelimesi çiçek, “barıyna” (bayan) kelimesinin de kızamık için kullanıldığını belirtmektedir.

Kutais’teki Gürcüler, sadece çiçeğe değil, kızıl, kızamık, boğmaca, difteri ve dizanteri hastalıklarına da “batonebi” derler, Tiflis Gücüleri aynı kelimeyi tifo, kızıl v.b. hastalıkları için kullanırlar. İmeretinler ise, bütün özellikle bulaşıcı hastalıkların ruhlarına “batonebi” derler. Guriyler’de “batonebi”ye, yani çiçeğe karşı tahrik edici bir sözün kullanılması kâfirlik sayılır”.

Sırplar çiçeğe boginje: Tanrıça, Küçük Tanrıça derler. Aynı şekilde çiçeğin Moğolca ismi olan burchat kelimesini Moğol Burchan’ı, yani Tanrısı ile ilişkilendirmektedirler. Çeşitli hastalıkların Slavca isimlerini ve “bog:” Tanrı kökenli kelimeleri göz önüne alırsak, Sırpça çiçek ismi olan “boginyanın” Almanca “pocken” sözcüğünden türediği ortaya çıkmaktadır. Polonyalılar, bogynki: tanrıçalar sözcüğüyle orman ruhlarını adlandırırken (Wisla, V. M. Sumcow. Boginki: mamuny), bu sözcüğün hastalık ruhları için de kullanılması gayet doğaldır.

Hastalık isimlerini örtmece sözcüklerin beşinci kategorisi olan ima ifade eden kelimelerin çiçekle ilgili olanları çok az sayıdadır. Yakutlar çiçek için “Kini” – O (bayan) zamirini kullanırlar, aynı zamirle Yahudiler de çiçeği bu şekilde adlandırmaktadırlar.

Çiçeği adlandırmak üzere kullanılan kötü anlam çağrıştıran sözcüklerden sadece Beyazruslarda “lihaya,” yani hırçın, kötücül kelimesi bilinmektedir. Yakutlar “Çiçeğe düşmanlık beslerler, ancak düşmanlığı söyleyerek ifade etmekten korkarlar. Öyleyse, Yakutlar, çiçeği kötü kavramlarla hiç adlandırmazlar. Buryatlar, çiçeğe yakalananlara: payını, kırmızı payını aldı, “hubia aba,” “ulan hubia” veya “albanda hebte” derler. Bu adlandırmalar, Hangalov’a göre, “ruhlar bu hastalığı (çiçeği) bütün aile veya köylere paylaştırarak gönderecek her aile hastalıktan kendi payını alacaktır” anlayışı ile ilgilidir.

Yakutça’da çiçek adlandırmalarından biri olan “uospa” Rusça’dan (ospa) alınmıştır. Ancak, Sırpça çiçek ismi olan boginya’nın Rusça’dan alınmış olabileceği ihtimali çok uzaktır.

Çiçeğin her günkü hayatla ilgili isimleri genel olarak çiçek hastasının dış görünüşünü ifade eder: Beyaz Rusça rabaya, rabuha, şerbaçka: benekli, alacabulaca; Kuzey Velikorusça koriha (kor: kızamık – kızamığa benzer); Lapuha: patlayan, çatlayan; svorob: kaşındıran, uyuz. Buryatlar çiçeğe “sagan sesk”: beyaz çiçek derler. Abhazlar çiçeğe şöyle derler: “cildi süsleyen şey” bu adlandırma saygı, hürmeti de ifade etmektedir.

Kızamık ile ilgili halk anlayışları ile çiçekle ilgili halk anlayışları arasında birçok benzerlik vardır. Dolayısıyla her iki hastalık için de kullanılan benzer isimler vardır. Altay Türkleri kızamığa, çiçek ve tifo (sıtma) gibi “misafir” ve “anne” derler; kor ençik: kızamık annecik. Yakutlar kızamığın da çiçek gibi Rus hastalığı olduğuna ve Yakut Şamanlarının bu hastalıkları yenemeyeceğine inanırlar. Dolayısıyla kızamığa “matıska” (anne), “babuşka” (büyükanne), kumuşka (vaftiz ana) derler. Altay Şorları gibi Yakutlar da kızamığın Rusça ismin “kuor” (kor) şeklinde almışlardır. Sdevintzler kızamığa “dobrei”: iyi kalpliler derler.

Kızamığa verilen Rusça (genel hayatla ilgili) isimler: krasnuha yani, kırmızı; vetriyanka: rüzgârla gelen/bulaşan; çeromnuşk: kırmızı renk; çeremitsa: kırmızılık; “Çeremitsa Stepanovna bajenaya gostitsa, ni abidko u minya Vanuşki” Stepanovna (kızamık), sevimli misafir, benim Vanyuşka’mı (erkek çocuk ismi) üzme”. Nareçiya’daki diğer komşu Türkler, sıtma veya tifonun gerçek ismini söylemez, onun yerine “misafir” ve “anne”; Gürcüler “batonebi”, yani Beyler; Kazan ilinin, Tanrının gönderdiği hastalık sözcüklerini kullanırlar.

Yakutlar sıtmanın Rusça imi olan “goryaçka” sözcüğünü “küörâçiki” şeklinde kullanmaktadırlar.

Sıtmanın belirtilerini ifade eden isimler daha çoktur: Rusça’da gareçka (sıtma, sıcaklık veren), agnovaya bolezn: (ateşli hastalık), agnova, agnevitsa, agnovka (ateşli); Yerel Velikoruslarının kullandıkları “rastuha” (yetiştiren) sözcüğü, sıtmayla hastalanan kimsenin hastalık sırasında yetişmesi inancından doğmuştur. Yerli Velikorusların kullandıkları diğer bir isim – “durnaya bolezn:” “kötü hastalık,” beyaz sıtmaya verilmiş olmalıdır.

Ukraynalılar kolerayı kadın kılığında, bazen inek ayaklı kadın kılığında tasavvur ederler, o kadın bozkır ve köyleri dolaşır, onunla karşılaşan kimsenin konuşmaması lazımdır, aksi takdirde ölür.

Sırplar salgın sırasında vebaya, onu yumuşatmak için “kuça” yerine “kuma:” vaftiz ana derler. Bulgarlar vebayı “jiva bizdorova:” diri ve sağ derler. “Çuma” (veba) sözcüğünün kendisi, Romanca “stima” sözcüğünden alınmıştır. Ancak bu alıntı, yasaklar tarzında değil, günlük yaşam tarzından alınmıştır.

Doğu Sibirya’daki Ruslar, çocukların huzurunda, çağırmış olmamak için “rodimçik” çocuk hastalığı hakkında konuşmazlar. Bu hastalığın gerçek ismi olan “rodimets” sözcüğünü söylemekten kaçınırlar, bunun yerine “iho”: onların zamirini kullanırlar. Yerel yazar Sokolnikov, bu örtmece sözcüğü şu şekilde açıklamaktadır: onların, yani, çocukların hastalığı, burada kastedilen çocuklardır (şeytanlar değillerdir). Bu hastalığın Arhangelskçe ismi besna (bes kökünden) cindir. Olonetzk Velikorusları svoyo: kendimin zamirini kullanırlar.

Söz konusu hastalığın diğer isimleri de örtmece gibi kullanılırlar: taynik: gizli, esrarengiz; smirençik: sakin, uslu; tihonka: sakin. Bu isimler aracılığıyla hastalığın tabiatını veya gidişini etkilemek gayreti açıkça belli olmaktadır.

Çekler bu hastalığa “boiec”, yani, ilah / put derler. Hastalığın Rusça ismi olan rodimets, rodimaya bol, rodimçik (doğuştan gelen hastalık) kelimeleri, aynı zamanda şeytanın isimleridir. Olonetz Karelleri bu hastalığı şöyle tedavi ederler: onlara göre “rodimets” ile hastalanan çocuğa şeytan yerleşmiştir ve bu şeytanı kadının cinsel organları ile kandırarak büyük insana çekmeye çalışırlar, çünkü “rodimets” büyük insan için tehlikeli değildir. Çeşitli halkların folklorik tıbbında olduğu gibi, bu tedavi yolu eskiden çocuğu yeniden doğdurma simgesiydi; şimdi ise, ruhu kandırma olarak anlaşılmaktadır. Annesi hasta çocuğa çıplak cinsel organlarıyla dokunur ve “Cin, işte sana hediye! Çocuğu bırak” diye konuşur. Gürcüler, hasta çocuğun kalçasına, güvercinin kalçasını değdirir, böylece çocuğun hastalığını güvercine geçirirler, sonuçta çocuk iyileşir, güvercin kaybolur. Kazan bölgesinin Rusları, hastayı ineğin cinsel organlarını öptürmek aracılığıyla kolerayı ineğe geçirtirler.

Karellerde, çocuğu rodimets hastalığına yakalandığı zaman ebeveynlerin cinsel ilişkiye girmesi yasaktır.

Rusça’da rodimçik ile felç hastalığı arasında ortak isimler vardır. Felç hastalığına “rodimçik:” doğuştan gelen, “detinets:” çocuk hastalığı, svoya: kendimin de denir. Çtob tıya svaya hvatila!: Sva’ya (“kendimin,” burada felç ismi) yakalanasıca! Rodimko vzylo: Rodimçik (doğuştan gelen hastalık, burada felç) götüresice! – Olonetsk bedduası.

Rusça’da felçin özel isimleri şunlardır: çörnaya bolezn: kara hastalık, çörnaya nemoç: kara illet, Ukraynaca: podvirya vötor: rüzgârla gelen hastalık, Çekler bu hastalığa“panek,” yani “bey” derler. Ukraynaca’daki şeytan anlamına gelen “şlyag” kelimesi, belki de Polonyaca “szlak” felç aracılığıyla Almanca schlag kelimesinden alınmış olabilir. Ukraynaca grets sözcüğüyle de yakından ilgilidir.

Yakutlarda örtmece şöyle bir tabir vardır: “Ohsorgo obustarbıt:” paraliç ile berbat edilmiştir.

Kötü tabiatlı çıban, Sırplarda örtmece kelimelerle anılır: zli prişt veya zlih, yani kötü yerine dobrih, yani iyimser sözcüğünü kullanırlar. Yine nepomenik: Adını anmaya değmez anlamında bu sözcükte halkın dilinde yer almaktadır.

Sırplar, barsak solucanı gibi çocuk uyuzunu şu örtmece sözcüklerle anarlar: nepomenuşya: “anılmaması gerekenler” (dişi çoğul). Çıbanın yerel Rusça ismi barin: Bey’dir (diğer adı kinyas: sultan), ancak, bu kelime Gürcüce’deki batonebi’den farklı olarak yasak açısından değil, genelde çıbana dokunulduğu zaman daha şiddetlenir diye açıklarlar. Burada Buryat anlayışına benzer bir inanç da söz konusu olabilir: çıban “Git, burada ben oturmuyorum” diye diğer hastalıkları kovar.

Çıbanın diğer yerel Rusça isimleri şunlardır: telnik, boyagtok, pupış; Beyaz Ruslarda ordik v.b. örtmecesel sözcükler kullanılmaktadır.

Etyarana ve parmaktaki tümör Güney Velikorusları “lihaya:” kötücül; lihorad derler

Vyatka’da etyarana “Lihorad sidig:” Lihorad oturuyor derler. Lihorad, onun gerçek ismini söyleyenlere girer. Her iki isim de kötü ruhların isimlerini andırmaktadır. Sibirya Velikorusları, bir at hastalığına da lihoy: kötücül derler.

Almanlar etyarana (panaritium), das böse ding: kötü şey derler. Parmaktaki tümöre Yakutça’da abası haraza: şeytanın gözü derler, ancak, bu ismi söylemek yasaktır ve bunun yerine mohyi, Sagaylar mokayi’ye benzer ayı kelimesi kullanılır.

Romatizma Ukraynalılarda eskiden beri örtmece kelimeyle anılır: “gostets,” yani, sevimli misafir ve misafircik. M. Dragomanov, bu Ukraynaca kelimeyi değişik şekilde açıklamaktadır: gostets: ость (iğne, diken) kelimesinin küçültülmüş halidir. “Gosti:” misafir sözcüğü çeşitli hastalıklar için örtmece olarak yaygın bir şekilde kullanıldığını göz önüne aldığımızda M. Draomanov’un görüşlerinin yanlış olma ihtimali ortaya çıkar. Ukraynaca “gostets”, Lazar Baranoviç’in “Runo Oroşenhaye” adlı kitabında da hastalık ismi olarak geçmektedir. Eski Çek dilinde “lomota” (yani, romatizma) hastalığı, “rappa” – bayan, hanım sözcükleriyle anılırdı.

Tula Velikorusları sara veya epilepsiye “boje” – Tanrının Tanrıya ait, Slovinler “bozja oblast” – Tanrının hâkimiyeti sözcüklerinin kısaltılmış şekli olan “bozjast,” Pinek’te “bes:” cin, iblisten “besna” derler. Epilepsiye verilen yerel Rusça isimler şunlardır: “svoyo vremya” – kendi zamanı; “Dumali umret, a ego svoim vremenem hatilo:” “Onun bileceğini düşünmüştük, çünkü “o svoyo vremya” (kendi zamanı: burada epilepsiye yakalanmıştı); Kurca “priçina”: neden; “Çto priçina vzyla” – О priçina’ya (neden: burada epilepsi) yakalandı, “Priçina teba pobey:” Priçina’ya yakalanasıca. Ukraynalılarda da aynı tabirler kullanılır; Beyaz Rusça “trepun, trepat”: titremek kelimesinden; Ukraynaca “hurtovina,” Ukraynalılar aynı kelimeyi bora, afet ve bela için de kullanırlar. Atın sara hastalığına Olonetzk Velikorusları “çeres”, yani, “bel, kuşak” derler.

Nezlenin Ukraynaca isim olan nejit, nejid, nejit sözcükleri, aynı zamanda kötü ruhun isimleridir ve örtmece sözcüklerdir.

Batı Sibirya’da, bu bölgede çok yaygın olan Sibirskaya yazva (şarbon) hastalığının ismini söylemek yasaktır. Onun yerine “opasnaya bolezn” tehlikeli hastalık, vetrnaya bolezn: rüzgârın getirdiği hastalık, straşnaya bolezn: korkunç hastalık, çörnaya yazva: kara yara, smertonosnaya yazva: ölüm sarıcı yara, naprasnaya bolezn: nafile hastalık (şarbonun getirdiği ölüme de nafile ölüm derler) kelimelerini kullanırlar. Bu isimleri örnek getiren P. Gorodtzov şunu da ekler: “Gerçek isminin söylenmesi kaçınılan bu hastalığın başka isimleri de vardır”. Aynı hastalığın Kazan Tatarlarında isimlerini soru işaretiyle örnek getiriyor: Mama: anne. Bu hastalığı tedavi eden otacının İinskiy mesyats”: “Temmuz ayı” içinde cinsel ilişkiye girilmesi yasaktır.

Sibirskaya yazva (şarbon) hastalığı Sibirya’da sevilen bedduaların ortaya çıkmasına da neden olmuştur: Yazvi tiba!, Pyatnoy teba!: Şarbon olasıca!

Sibiryalı Ruslar, şarbonu sık ormanda veya ıssız bataklıklarda dolaşan bir kadın kılığında tasavvur ederler, o kadına “orman kadını,” “yapay kadın,” “korkunç kadın” derler. O, iri yarı yapılı, esmer, büyük gözleri ve omuzlarına inen siyah saçı var orta yaşındaki bir kadındır. Uzun gömlek giyer, beline temizlenmemiş kendirden veya söğüt dallarından kemer takar, elinde baston vardır. Onu sadece uzaktan görmek mümkündür ve göründüğü zaman da şarbon hastalığının gelmesini bekleyerek gereken tedbirleri almaya başlarlar. O kadın hakkında sesli konuşulmamalıdır. Dolayısıyla komşulara gizlice anlatırlar. Bazen aynı hastalık ayı kılığına girer, o ayıyı öldürmek mümkün değildir, çünkü o el çabukluğu ile ortalıktan kaybolur. Bu tür ayıyı takip etmekten korkarlar.

Gürcüler evde başka birilerinin hastalıkları hakkında konuşmaktan korkarlar, çünkü böylece hastalığın bir kişiden ikinci bir kişiye geçeceğine inanırlar.

Bu Gürcü inancından, tüm hastalıkların isimlerini söylemenin, genel olarak “hastalık”, “hastalanmak,” “hasta” kelimelerini söylemenin yasak olduğunu anlayabiliriz.

Bunun gibi yasaklamalar başka dillerde de vardır. Meselâ: Sırplar hastalığa “tice:” kuş derler: uhvatioje ticu: kuşu yakaladı, yani, aniden hastalandı. Almanlar, hastalığa çoğu zaman “ding”: şey, nesne derler; yılancık hastalığına “das heilige ding”: kutsal nesne/şey, etyarana “das böse ding”: kötü şey derler. Nijegorod Velikorusları hayvan hastalıklarına “vremya” zaman derler. Lepehina Samoyedlerinde, hastalıkların özel isimleri yoktur, dolayısıyla onları sadece etkilerine göre ifade ederler: başım ağrıyor vb.

Çernogorsk hastalık isimleri gibi, Rusça hastalık isimleri de çok çeşitlidir. Bunların birçoğu örtmece kelime şeklindedir. “Pritka”: beklenilmeyen olay; skorb, skorbitse: acı, keder; hvor, hvoroba: sancı, ağrı; nedug: illet; nemoç, hil: hastalık, led; Ukraynaca hirya: cılız; Velikoruça dospweşka; çoğunlukla fiilin mastar hali “dospelos”; vzylo: tuttu; shvatilo: yakaladı, nadulo: (rüzgâr) esti; vstreşnik rosşib: yolda aniden hastalanan hayvan – vstreşnik: at hastalığı ile karşılaştırın; poglişilos, poglum: yara ve diğer travmatik zedeler vb.

Son terimler şu anlamlarda da kullanılır: napala hvor: illet saldırdı; Fince bolezn poymala: hastalık yakaladı, bu örneklerde ruhlara olan inanç açıkça görülmektedir. Bu inançlar, bazı hastalık isimlerinin kötü ruhların isimlerine benzediğini ortaya koymaktadır, meselâ, led, lihoy (kötü), vstreşnik, neçest nejit, çörnaya nemoç, ona vb.

Gürcüler hastaya hiç bir zaman “bizim hasta” demezler. Çünkü hasta, hastalık ruhunun hâkimiyeti altındadır ve tamamen ona bağlıdır, dolayısıyla “bizim hasta” diye söylenmesi hastalık ruhunu öfkelendirebilir. Batonebi ruhuna dua ederken, Gürcüler hastayı “Sizin hasta” diye anarlar.

Ukraynaca hastalık ismi olan betega, begejniy ile Slavca hastalık ismi olan boteg sözcükleri, Madyarca “beteg” hasta sözcüğünden alınmıştır. Madyarca beteg ise, ortaçağ Almanca’daki “wetage”: ağrı, sancı sözcükleriyle ilintilidir.

Hastanın durumunu ifade eden Rusça fiiller de çok çeşitlidir: Şenkurca stranstvovat (seyahat etmek) hastalanmak anlamında kullanılır: “prostranstvoval ya şest nedel v ogneve:” “Altı hafta ateş içinde seyahat ettim (sıtma oldum); skuçat: özlemek, meselâ, başım özlüyor, ayağım özlüyor (başım ağrıyor, ayağım ağrıyor); toskovat veya tosknut: hasret çekmek; zvu toskuyut: dişlerim hasret çekiyor (dişlerim ağrıyor); skudat, skudatsya: yoksun olmak, neden: poskudatsyazahrovat sglazu:” nazar değmek, nazara yakalanmak; truditsya: çalışmak; hirzat; hlibit: cılızlaştırmak; hiritsya: cılızlaşmak; nemogat: halsiz düşmek; skomit, skomlet; gmırit; çahkat; bruşat; razduritsya; iskopititsya; Beyazruslarda perekidıvatsya, ne vzdolit vb.

Salgınla ilgili Rusça adlandırmalar: poşava, poşavka poşatka, pomha, hvorobişa: hasta eden, ağrı veren; povertuha; poviruha, povertenitsa: rüzgârla gelen; povetrie, mor, morovaya yazva: ölet, veba yarası; Beyazrusça: poşets “poşest: dünyayı geziyor”, svirepitsa, Ukraynaca “poşets, pomirok, promirok, pomir” vb.

Çukçalarda bulaşıcı hastalıkların özel isimleri yoktur. Onlar sadece tasvir edici ismi verirler: hudoe ubivanie: cılızlaştırarak öldürmek, velikaya bolezn: yüce hastalık vb.

Görüldüğü üzere Rus, Gürcü, Slavyan ırklı ve Sibirya halklarında çiçek, kolera, sıtma, kızamık vb. hastalık adlarının başat adlarının yerine kullanılan örtmece sözler sıkça kullanılan dil göstergeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Halkın dilindeki bu örtmece sözler belirli bir süre sonra tabu sözlere dönüşmekte yerini (o, adı malum olan, hani şu var ya vb.) adıllara, sözcelere bırakmaktadır.

Dil göstergelerindeki bu duyarlılığın sonucunda hastalık iyelerine şirin görünme, onları hoş tutma, af dilemeye yönelik bir takım uygulamalar bu halkların folklorik tıbbında ortak özellikler göstermektedir.

Halkın inanç ve psikoloji dünyasında hastalık, beden ve ruh (köyü iyeler) üçgeninde hasta olan bedenin hastalıktan kurtulması ve arınmasına yönelik algılama ve uygulamalarla beraber tabu söze karşı duyulan korkunun neticesinde örtmece söz hastalığın bedeli (kefareti) şeklinde de yorumlamak gerekir.

 

  1. Türk halklarında hastalık nasıl algılanıyordu?

Yukarıda da değindiğimiz gibi hastalık iyesi açısından ele aldığımızda birçok halkın aynı değer yargılarını paylaştığını görürüz. Türk halklarında da hastalık, hastalığın sebepleri, sonuçları, sağaltmaya yönelik uygulamalarla ilgili Türkiye’de pek çok araştırmacı ve bilim adamı folklorik anlamda birçok yazı ve yayım yapmıştır. Hastalık, ölümün arka planında kalan tabu, dinsel inanç ve yargıların dil boyutunda ele alınması (dil göstergelerine yansıması) göz ardı edilmiş ya da dil-etnokültür bağlamında yeteri kadar ele alınmamıştır. Konunun kültür ve budunbilim açısından ilk ele alanlardan biri de Kazak bilim adamı Ç. Ç. Valihanov olmuştur. Valihanov, Kırgız, Kazak halklarında her bir hastalığın iyesi olduğunu, yapmış olduğu etnografik çalışmalarında dile getirmiştir.[6] Hastalığın ortaya çıkışıyla ilgili animistik yaklaşım ve inançların bütün halklarda ortak özellikler taşıdığını ortaya çıkarmıştır.

Hastalık ve hastalığın ortaya çıkmasıyla Avrupa, Asya halklarında aşağıdaki gibi inanç ve değerlendirmeler vardır. Bunu D. K. Zelenin yaptığı araştırmalarda göstermektedir (Zelenin, 1930: 64-70).

1.Belirli bir hastalık ve onun iyesi bir insana bulaştığında o insan hemen hastalanır.

2.Hastalık ve hastalığın iyesi bir insanı hoş gördüğünde o şahıs hastalığa tutulur.

3.Bazen insana yakın olan gizil güçler insanın ruhunu çalarsa hastalığa yakalanması muhtemeldir.

Can (ruh), bedenden et (ed) ve kemik (söögi) ve kandan (kanj) olan insanın şamanizme göre üç veya yedi ruhundan biri kişinin ölümü ile mezarda kalır, diğerleri gök ve yeraltına gider. Yolunu şaşırır, ya da onu kötü bir ruh (kara körmös) yerse başıboş dolaşan ruh insanların hastalanmasına sebep olur. Yakutların kut dedikleri serbest ruhun gelmemesi hastalık sebeplerinden sayılmıştır. Akıl ve ruh hastalıklarında kut’u uçtu diye bilinen hastalığın tedavisi kut kuyuv (kut’u yerine koyma) kurşun dökme yoluyla olurdu.

Tabiat, doğayı kendisinden bir parça olarak algılayan Türk halkları göl, ırmak, dağ, nehir taş vb. yerleri kutsal ve ruhların toplanıp eğleştikleri yerler kabul ettikleri için hastalıkların tedavilerinin yapıldığı yer olarak görmüşlerdir. Ağaçlar (kayın, çam, köknar, ardıç) Yakut, Kırgız halklarında kısırlığı gideren kutsal ağaçlar kabul edilmiş onların altında dualar etmiş, adaklar adamışlardır.

Her at donunun (renginin) koruyucu bir ruhu vardır. Aldonlu atların koruyucusu ateşin ruhudur. Ona ailenin baş ve göz hastalıklarından korunması ve kurtulması için 3-7 yılda bir boz kısrak sunulur. Şamanlar ‘Ateşin ruhu, altmış tane beliği ve kırk tane dişi olan sürekli olarak boz kısrak üzerinde seyahat eden altın yaprakları olan akağacın gölgesinde dinlenen ve Yenisey’in yukarı bölgesinde yaşayan bakiredir’ derler. Karayağız, kahverengi atların koruyucusu ise dağ ruhudur. Onun kurbanı ise siyah başlı-beyaz bir koyundur. Dağ ruhu her türlü hastalıklara şifa verir. Kıratların koruyucusu ise su ruhudur. Ona da 7-10 yılda bir at kurban sunulur. Boz atların kurban edilmeleri ise insanı karın ve göğüs hastalıklarından korur. Renkli kuyruklu ve yeleli, sarımtrak atların kurban verilmesi romatizmadan korur. Doru atların kurban edilmesi de insanı göğüs hastalıkları ve veremden korur (Katanov, 2004:124).

İyi ruhların yeni doğan çocuğun plasentasında (son) bulunduğuna inanılır. Bu plasenta açık bir yerde bırakılırsa çocuk hastalanır. Dolayısıyla kült özellikleri olan ağaç diplerine gömülürdü.

Hami Tatarlarında insanın düşmanları sayılan ruhlar; Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik ve putperestlik ruhlarıdır. Bu ruhlar, değişik hastalıklara sebep olurlar. Müslümanlık ruhları göz, kulak, kalp, el ve ayak ağrılarına sebep olurlar. Hıristiyanlık ruhları insanları çıldırtır. Putperestlik ruhları insanı kumar etkisi altına alır. Musevilik ruhları da kervanları (insanları) doğru yoldan saptırırlar. Bu ruhların sayısı yaklaşık dokuz bin civarındadır (Katanov, 2004:120).

Yine Kara töslerden (kötü ruhlardan) olan Erlik, salgın hastalıklara sebep olur. İnsanoğlu onun istediklerini yapmazsa kötülüklere uğrar ve hastalanır.

Bedeni işgal eden kötü ruhlar sadece hasta vücudunda kalmaz, sağlıklı kişilere de geçeceği inancı hastalığın bulaşıcı özelliğine dikkat çekmiş ve bunun içinde birtakım uygulama yoluna gidilmiştir: a) Hasta özel bir çadıra alınır, bir şaman / kamın dışında yanında bakımını üstlenen biri olur. Diğer en yakınları bile çadıra yaklaştırılamaz. b) Hastayı boyun ikamet ettiği yerden uzak bir yerde kurulan çadırda yanına ekmek, su vb. ihtiyaçlarını vererek tecrit edilir. c) Çiçek hastalığı vb. yakalanan hasta yanına yaşlı bir kadınla etrafı suyla çevrili bir adacığa bırakılarak oba oradan göçer. Burada kötü ruhların suyu aşarak diğer sağlıklı insanlara zarar veremeyeceği inancı vardır. Hastanın olduğu çadırın önüne hastalığın bulaşıcı, tehlikeli olup olmadığına göre mızrak ve ucuna renkli bez parçası asılır. Hasta öldükten sonra halk orayı terk eder, eşyaları ateşten geçirilerek temizlenir.

Hastalıktan kurtulmak için Türk halklarında çeşitli uygulamalar vardır: Ecdadın ruhlarından medetler umulur, ulu büyük insanların mezarlarına, kabirlerine gidilerek adaklar sunulur. Türk tarihinde Korkut Ata’nın kabrini ziyaret edenlerin hastalıklarından kurtulduklarına inanılması, Şamanizmin etkilerini taşımaktadır.

Minusinsk Tatarları çiçek, kızamık ve sıtma hastalığını ‘misafir’ diye adlandırırlar. Bu hastalıkları Şamanlar tedavi eder. Bir kişiyi kuduz bir köpek ısırdığı zaman bu kişi kırk çadırın ve kırk kavağın etrafını üç kez dolaşır. Kırk gün dilenir ve verilen sadakalarla geçinmeye çalışır (Katanov, 2004:112).

  1. Bazı zamanlarda rüzgâr, hava, fırtına vb. unsurların iyesi etki ederek salgın hastalıklar ortaya çıkar. Bu da Türk halkları inançlarında yaygın olarak yer almaktadır.

Rüzgârların kötü ruhlarla hastalık getirdiğine inanan Teleütlerde kulak yoluyla ortaya çıkan hastalıklarda kötü ruhu çıkartmak amacıyla kulak emilirdi. Uygurlarda karın şişliklerine yine yel /rüzgârın (alku yel iğig) sebep olduğuna inanılmıştır. Divanu Lugâti’t- Türk’te yel için cin çarpması (IH / 144-21, 16314), Kutadgu Bilig’de yel (cin çarpması) ve perilerin sebep olduğu hastalıklar olarak geçer.

Ünlü tarihçi, etnograf N. F. Katanov, Doğu Türkistan’a seyahati sırasında orada yaşayan Türk halkları arasında kasırga, fırtına vb. tabiat olaylarının toplumda derin etkiler bıraktığını ifade etmektedir:

Çin’deki Kırgızlar arasında kasırga, fırtına kötü ruhlu olarak kabul edilir. Obada ya da insanların yaşadığı yerlerde gezinerek insanlara kötülükler yaparlar, hastalıklar bulaştırırlar.

Humma hastalığında da kötü ruhların olduğuna inanırlar. Bu kötü ruh beyaz gözlü at ya da rutubetli yerlerde bazen steplerde dolaşan ev keçisi görünümünde bir hayvan olarak algılanır. Steplerde yalnız dolaşan keçiden korkarlar. Ayrıca beyaz gözlü at, keçi şeklinde tasavvur edilen hastalığın kötü ruhu Rus insanını gördüğü zaman, insan vücudundan çıkıp kaçar inancı vardır. Bu kötü ruhlar, küçük bir çocuk ya da yetişkin bir insan suretine de girebilmektedirler (Katanov, 2004:113).

Yine Loguçenlilerde kasırganın sürekli dağlarda dolaşan kötü ruhu vardır. Melekler kara bulutları gökyüzüne kovalarlar ve onların araklarından bağırırlar. İşte bu bağırmalar gök gürültüsünü oluşturmaktadır.

Gobi çölünün Hami vahasında yaşayan Tatarlarda yine kasırganın kötü bir ruhu vardır ve ondan hastalık kapabileceğimiz için ondan kaçınmak gerek diye düşünürler (Katanov, 2004:113,117, 120).

  1. İnsana şeytan, albastı vb. zarar veren güçler değişik hastalıklar getirmektedir. Eski Türklerin ve diğer halkların inançlarında yer alan şeytan ve ruhların özellikleriyle ilgili J. Paul Roux şunları ifade eder: Ruh bedenden çıkıp ortalıkta dolaştığında Moğol Türkleri, yukarıda belirtilen terimlere ilaveten kötü ruh, şeytan, hayalet anlamlarına gelen başka sözcüklerde kullanmaktadır. Örneğin, Hintçe yakka, kötü ruh sözcüğünden türemiş ve şeytan, iblis, toz buraganıyla birlikte gelen fırtına, şeytan ya da birim şeklinde algılanan yak sözcüğü ve Kalmuklardaki, Sanskritçe brahman‘dan gelen (Soğdiyan kökenli) sulam, dişi şeytan sözcüğü. Bu kavramların arkasında nelerin gizli olduğunu anlamak güçtür. Kaşgarlı, bir hayaletin tasvirinin yer aldığını belirttiği bir şiirde, Oğuzca’da ve Kıpçakça’da hem gezgin hem hayalet anlamına gelen elkin, yetkin sözcüğünü vermektedir. Böhtlink’in sözlüğünün Teufel, der böse Geist şeklinde aldığı çağdaş Yakutların abasi‘sini, budunbetim ölülerin, topraktan insanların dünyasına geri gelen ve yerin altında bulunan ruhu olarak kabul etmektedir. Söz konusu olan Kaşgarlı’nın abaci’sidir, yani çocukların korktuğu hayalet, ruh, hayal (Roux, 1999:116) vb.

Hastalığa sebep olduğuna inanılan bu gizil varlıklar diğer Türk halklarında olduğu gibi Anadolu Türklerinde de farklı adlandırmalarla örtmecelenmiştir. Yezidiler, şeytanı kötülüğün simgesi olarak kabul etmezler. Onu kötülüklerden arınmış, saygıya değer kutsal bir varlık olarak tanımlarlar. Dolayısıyla ‘Şeytan’ sözcüğünü asla kullanmaz, onun yerine ‘O, bildiğin’, ‘Cahiller ile Mecnunların tel’in ettiği (lanetlediği) O’ derler. ‘Şeytan’ ve ‘Şeytan’ adını çağrıştıran ‘ş’ harfiyle başlayan (‘şat’, ‘teşt’, ‘maşt’ gibi) veya söylenişte o sözcüğe benzer sözcükleri dahi söylemekten kaçınırlar. Akpınar’a bağlı ‘Şeytanük’ köyünün adını söylememek için ‘ismi güzel köy’, ‘Lain’ sözcüğü (lanetlenmiş, ‘şeytan’ anlamında) ‘nal’ sözcüğüne söyleyiş biçimi itibarıyla benzediği için ‘Atımı nallayıver’ yerine ‘sel ayakkabı’ derler (Akpınar, 1985:118).

Şeytan, Türkiye’de: Albız’, ‘Çör’, ‘Dizman’, ‘Elbiz’, ‘Şītan’, ‘Teccel’ gibi sözcüklerle anılmaktadır. Yine Kazakça’da şeytan: şaytan, peri, cın, saytan, albastı, tartu, ibilis vb. adlarla anılır. Kazaklarda şeytan için “sarı bala”: sarı oğlan, “teris taban”, ‘itmurun’: itburun örtmece adlar kullanmışlardır.

Gagauzlar arasındaki inançlardan söz ederken Manof şunları yazıyor: ‘Şeytan, insanın düşüncelerini keşif ve tahmin edemez. Bu sebeple iyi bir niyet sesle açığa vurulmamalıdır ki şeytan duyarak bu niyeti baltalamasın’.

Burada önem taşıyan husus, şeytanın ancak söylenen şeyleri keşfedebilmek sadece akıldan geçirilen şeylerin ona meçhul kalması inancıdır. İsmin cisim haline gelmesi ancak onun söylenmesi yoluyla olmaktadır, telaffuz edilen isimle cisim aynı şeydir.

Almanca’da ‘şeytan’ sözcüğünün karşılığı ‘teufel’ olduğu halde yerine: ‘leibhaftig’, ‘gottseibeiuns’ gibi örtmece sözler kullanılır. ‘satan’ sözcüğünün yerine, tersten okuyarak ‘notas’, Fransızca’da ‘diable’ yerine, ‘diacre, diantre’ gibi sözcüğün bozulmuş biçimleri de kullanılmaktadır (Aksan, 1990:III, 96). İngilizce’de: fiend 1. the devil, [since c. 1000, Oxford English Dictionary] Synonyms: apollyon. arch-fiend, auld hornie, author of evil. avernus, bad man, beelzebub, belial, blackgentleman. black-spy, bugcarman, cloots. Darble, Dıablo, Diabol-Arch. Diabolus, Diavolo. Dibble. Dickens, Divel, Divil, D—L, Fallen Angel, Father Of Lies. Gentleman İn Black, Goodman. His Satanic Majesty. Hobb, Lord Harry, Lucifer, Mephistopheles, Miffy, Nicholas. Nickey. Old Bendy. Old Billy. Old Blazes, Old Boots. Old Boy, Old Cain, Old Clootie. Old Dad. Old Driver, Old Gentleman, Old Gooseberry, Old Harry. Old Horny, Old Lad, Old Ned, Old Nick. Old Nick Bogey. Old Poger. Old Poker, Old Roger, Old Round-Foot. Old Ruffin, Old Scratch. Old Serpent, Old Split-Foot, Old Toast, Prince Of Darkness. Queed, Ragamuffin, Ragman, Ruffıan, Saınt Nıcholas, Sam Hill, Satan, Scratch, Skipper. Tantarasobs. The Black-Man, The Black Prince, The Dark One. The Deuce, The Evil One, The Noseless One. The Old One, The Wicked One, Titivil, Toast, Toot, Warlock. 2. A Person Who İs Obsessed With Specific Things Or Activities. U.S., Late 1800 s-Pres. J.

Şeytan ve cinlerin özellikle hava karardıktan sonra küllüklerde, izbeler ve viranelerde, boş konaklarda, gece geç vakitleri hamamlarda toplanırlar ve kendilerini rahatsız edenleri fena halde çarparlar. Onlardan bahsederken ismi söylenmez, «İyi saatte olsunlar» denilir. Cin veya ecinni yerine «İyi saatte olsunlar» derken bir yandan isimlerini anmamış olmakta, diğer taraftan bu anmanın onların iyi saatlerine gelmesini, aksi zamanlarına rastlamamasını temenni etmekteyiz. Boratav, ‘cin’ yerine İstanbul’da ‘Rüküş Hanım’, «Ibrık Kalfa» (cinsiyetine göre) Tokat ve Erzurum’da ‘Mekir’ denildiğini belirtmektedir. Yine Türkiye’nin değişik bölgelerinde ‘dev anası’, ‘at anası’, ‘hamam anası’, ‘çarşamba karısı’ olarak da anılmaktadır. Dini inançlar içinde yer alan ‘cin’: arap’, ‘concolos’: sara hastalığını yaptığına ve karakış geceleri dolaştığına inanılan peri, ‘ecin’ (‘ecünnü’), ‘erişif’ (‘erişik’), ‘geçkin’, ‘gezer’, ‘ıbrık kalfa’, ‘ifrit’, ‘ili’, ‘kalfa’, ‘kancolos’, ‘kara kancolos’, ‘koncalus’ (‘koncoluz’): hortlak, karoğla’: gece kadınların yatakları üzerine abandığı sanılan peri, kayı baldır’: uzun siyah bacaklı insan ya da hayvan biçimine giren hayali bir yaratık, cin, keruş’, ‘keruşereş’, ‘rüküş hanım’,ömmen’, ‘tarlaguzan’ adlarıyla halkın dilinde yaygın olarak kullanılmaktadır.[7] İnanışlara göre, şeytan çarpmasıyla olduğuna inanılan, çırpınma ve seğirme belirtileri gösteren bir çeşit sinir hastalığına erişik denilir. Yine şeytan ve cin çarpmasıyla ilgili erişmek, erlenmek (erleşmek) filleri yaygın olarak kullanılır.

Özbeklerde cin-periler yerine; ‘måma’:yaşlı kadın, ‘åpalar’: analar, åpa-kizlar: hanımlar, ‘ziyån’: zarar, ‘nårselar’: şeyler vb. örtmece sözler kullanılır.[8]

Türk halklarının inançlarında yer alan ‘albastı’, ‘alkarısı’ değişik örtmece sözcüklerle anılmaktadır: Sibirya Tatarları: “albastı” veya “alvasti”, Türkmenler: “al” veya “albassı”, Kırgızlar: “albarstı”, Karakalpaklarla Nogoylar: “albaslı”, Kumuklar: “albaslı katın”, Azeriler “hal”, “hallanası”, Karaçaylar: “almastı”, “al”, “al – ana”, “al – karı”, “al – kızı”, Tuvalılar ve Altaylılar: “albıs”, Kazak, Kırgız, Karakalpak ve Özbekler: “martu” (martuu, martuv, martuk), Zeravşan Özbekleri: “sarı kız,” Batı Sibirya Tatarları: “sarı çeç”: sarı saç, Gagauzlar: ‘Rusali’ diye adlandırırlar.

Tacikler: “albasti”, Lesginler: “al pab”, Gürcüler: “ali”, Ermeniler: “alı (alk)”, İnguşlar: “almazı”, Moğollar: “almas”, Kumuklar: “bastrık”, Türkler: “kara – kura”, ‘alkızı’ diyerek anarlar.[9] S. Kasbabov’un bir yazısında ifadesine göre Nogoylar, ‘Albastı’yı “kir köylek”: kirli gömlek, Kazaklar yine Albastı’yı “arapşı” diye adlandırmışlardır (Ahmetov, 1995:76).

Bu halklarda hastalığa şeytanın sebep olduğu düşüncesi vardır. Yukarıda “kübirtke”yi (dolama), “abası haraga” (şeytanın sözü) demek yerine Sahaların “mokai” dendiği gibi “mohui” (ayı) diye tanımlanmaktadır.

Bununla ilgili bir başka bilim adamının getirdiği örnek de şudur: Keçin Tatarlarında bütün hastalıklar, gizil güçler ‘uzal’ve ‘hayar’ vasıtasıyla hastalığa yakalanmaktadır. Çocuk hastalıkları bu iyeleri hatırlama ve anımsama yoluyla ortaya çıktığı düşünülürken, büyük insanların hastalıkları da bu iyelerin, hastalıkların adını anma ve onlara kötü söz söylemek suretiyle gazaba gelerek hastalığa sebep olduğu düşünülmektedir. Burada kim bu hastalığa yakalanırsa hastalığın gerçek adını söylemek yerine: ‘Uzal ve Hayar tivi’ (Kırg. Uzal cana Hayar tiydi. Uzal ve Hayar yakaladı) gibi örtmece sözler kullanırlar.

İnsan ve hayvanlarda yaygın olarak bulunan ve ölümle sonuçlanan oba (veba), şeşek (çiçek), kızılşa (kızılca insanda)), malik (hayvan vebası), topalan (şarbon, yanıkara), korasan (çiçek hayvanda) v.b. bulaşıcı hastalıklardan Kazaklar çok korkmuşlardır. Çünkü bu tür hastalıkları, bu hastalıkların hamileri ya da Tanrının gönderdiğini düşünmüşlerdir.

Özellikle salgının ortaya çıkması Kırgız ve Kazakları son derece korkutmuştur. Bu halklar insanoğlunun Tanrıyı unutmaya başladığında salgının ortaya çıktığına inanmıştır. Bu felaketten kurtulmanın yolunun kışın aç kalmak suretiyle geçeceğine inanmışlardır. Kırgızların düşüncesine göre kötü ruhlar insan ve hayvanları kırıp geçirir. Bu halklara göre çiçek oraya yaşlı, dişsiz, büyük başlı bir kadın olarak gelmektedir. Bu kadın gizliden çocukların uyuduğu boz eve gelir. Zalim kadın sine sine yaklaşır ve çocuğun yüzünden öper. Çocuklar bunu hissederek uyanırlar. Bağırmaya başlarlar ve bu arada yüzleri hemen kızarmaya başlar.

Anadolu Türkleri arasında özellikle Batı Trakya’da ‘kıran’ diye nitelendirilen salgın hastalıkların en tehlikelisi olarak ‘kolera’ hastalığı görülür. Halkın inancına göre ‘kolera’ hastalığının iyesi; canlı, insanların konuştuklarını duyan, anlayan bir varlık olarak algılanır.

İskeçe’ye bağlı Demircik Köyü’nden kolera hastalığıyla ilgili şöyle bir olay anlatılır:

Eskiden ‘Hurelo’ varmış. Bir eve girdiğinde hiçbir canlıyı sağ bırakmazmış. Oradaki insanları nefesiyle zehirleyip yere yıkıp öldürüyormuş.

Bir gün Kaba Hasan’ın evine girmiş. O zaman insanlar bu ‘Hurelo’ yüzünden yaşadıkları köyü terk edip dere kenarına gidip orada saklanmaya, yaşamaya başlamışlar. O zamanlar ‘hurelo’ çok insan öldürüyormuş. Gündüzleri evlerine gidip yemek pişiriyor, toprak ekiyor, gece olmadan da dere kenarına geliyorlarmış.

Kaba Hasan’ın karısı, bütün gün evde çalışmış. Akşama doğru ocağa kuru fasulye koymuş. Yemeği dere kenarındaki çocuklarına götürecekmiş. Kuru fasulyenin kaynaması epey gecikmiş. Tam pişmek üzereyken ‘Hurelo’nun merdivenden ayak seslerini duymuş. Gelmez diye umut ederken ‘Hurelo’ içeri girmiş.

_ Kadın ne yapıyorsun?

_ Hiçbir şey diye karşılık vermiş. Ama yüzünü ona dönmemiş, zehirlemesinden korkmuş.

Hurelo’ya: ‘Yemek pişiriyorum. Fakat yemeğin suyu azaldı, dibi tutmak üzere. Bir koşuda alıp geleyim diye bakracı kaptığı gibi ardına bakmadan oradan kaçmış. Arkasından ‘Hurelo’ bağırmış.

Kadın hiç oralı olmamış. Kaçıp canını kurtarmış.

Yine Batı Trakya Türkleri arasında kolera hastalığıyla ilgili daha ilginç bir olay anlatılır:

İki Hurelo, Büyük Dere’ye doğru yol alıyorlarmış. Büyük Dere’ye varınca biri Demircik’e öbürü ise Yanuzdere’ye gitmek üzere ayrılacaklarmış. Tesadüf bu ya ağaçların arasında Demircik’ten bir oduncu bütün konuşmaları duymuş.

_Sen! Demiş biri. ‘Demircik’e git, ben Yanuzdere’ye gideceğim. Bakalım hangimiz daha çok insan öldürecek.

Öbür Hurelo:

_ Tamam demiş. ‘Bir ay sonra burada buluşuruz. Kim daha çok adam öldürecek bakalım’ demiş ve ayrılmışlar.

Oduncu hangi köye gideceklerini, hangi evde yatacaklarını, hepsini duymuş. Demircik’e giden Hurelo’nun falanca kişinin tavanında yatacağını öğrenmiş.

Oduncu onu takip etmiş, yattığı sandığı kapatıp kilitlemiş. Deliklerini bile kapatmış. Her mahlûkun şeklini alabilen Hurelo sandıktan çıkamamış, kimseyi de zehirleyememiş. Orada da boğulup ölmüş.[10]

Hastalığın kimi zaman şeytani, kimi zaman insan sıfatında zararlı bir varlık olarak algılanıp bulunduğu ortamı terk etme, başka bir yere göçme olayı, Anadolu Türklerinde olduğu gibi diğer dünya halklarından bazılarında da görülmektedir.

Tıp konusunda Türklerin eski ve köklü bilgi ve tecrübelerinin bulunduğu bilinmektedir. Bunun sebeplerini onların cenkçi bir kavim olup, harplerde yaralananları tedavi etmek amacıyla erkenden bu iş ile meşgul olmaya başlamalarında arayabileceğimiz gibi, dini inançlarında da arayabiliriz. Bilindiği gibi Şamanizm’de bazı hastalıkların sebebinin kötü ruhlar olduğuna inanılmakta, bu yüzden de onların Şamanları, diğer bir takım vazifeleri arasında tabiplik de yapmaktaydılar.

Eski Türk inancına göre Kara töslerden (kötü ruhlardan) biri olan Erlik, toplumlara salgın hastalıklar getirir. Oradaki insanların bu hastalıklardan kurtulması için kendisine kurbanlar adamasını, hediyeler sunmasını ister. Bunlar yapılmadığında da gönderdiği hastalıklar sonucunda o bölge halkı ve hayvanları hastalıktan kırılıp geçer.

Büyü yapmak, yağmur yağdırmak, bitki ve hayvanların çoğalmasını sağlamak vb. gibi görevi olan şaman doktor kimliğiyle ayinsel törenler düzenler. Zararlı cinlerin etkisiyle bedeni belli bir süre için terk eden ruhu bularak onu yeniden hastanın bedenine koymaya uğraşır ya da hastalığa sebep olan cini hastadan uzaklaştırmaya çalışır. Transa geçerek bir takım sihirli söz ve dansla doğaüstü varlıklarla ilişki kurmaya çalışır. Bazen bir kuş, tilki, ayı gibi anlamsız sesler çıkaran şaman, yavaş yavaş vurduğu davulun ritmini artırır. Ses ve ritm arttıkça hayvan, bazen çağlayan, bazen gök gürültüsünü andıran seslerle koruyucu cinlerini yardıma çağırır. Koruyucu cinleri şamanın içine girer. Kendi kendine sorular sorar ve cevaplar alır. Hastalığın nedeni ve iyileşmesine yönelik ne tür uygulamalar yapılması gerektiğine dair bilgiler alır (Örnek, 1971:54-60).[11]

Hastalıkta söz konusu olan, kişinin içine giren ve ruhun yerini alan yabancı bir maddedir. Zelenin’in de belirtmiş olduğu gibi, ne şekilde olursa olsun iyileşme onun dışa çıkarılmasını kucuruk, kucurmayı gerektirmektedir. Kowalewski, bu görüşü küdelgekü, yani hareket ettirmek, kımıldatmak, dışarıya atmak gibi özellikle hastalıktan kurtulma anlamında kullanılan başka bir fiille doğrulamaktadır. J. G. Georgi, Tunguzlar’da hastayı sağaltmaya yönelik ilginç bir olaya şahit olmuştur. Eğer bir insan hasta olmuşsa vücuduna bir tırtıl girmiştir ve bunu yalnızca şaman çıkarabilir. Bunu başardığında da, bunu gerçekleştiren şaman, tırtılı avucuna alır ve izleyenlere gösterir (Roux, 1999:61).

Şamanın hastayı sağaltmaya yönelik uygulamalarıyla yaşamın uzaması için Tanrıya duyulan inanç arasında kesin bir hiyerarşi olmadığına değinen J. P. Roux, ilahi iradenin büyüden daha güçlü olduğunu iddia eder. Buna örnek olarak Moğolların Gizli Tarihi açıkça, yağmur taşının (ya da taş) o denli takdir edilen etkisinin, ilahi bir buyrukla çakışması halinde güçsüzleştiğini gösterir. Burada önemli olan ölümün tamamen şu veya bu şekilde Tanrı’ya ait olduğu görülecektir.

Bundan çıkan sonuç şudur ki: Ruhu eline geçiren ya da vücuda giren zararlı ve kötü bir ruh (Erlik ya da aşağı düzeyde bir ilah) ölüme neden olmak üzereyken şamanlar ya da büyüsel tedaviye yönelik kullanılan ilaçlar bunu engelleyebilirler. Fakat bunlar yaşamın dayanağı kut’un tükendiği ya da geri alındığı durumlarda çaresiz kalırlar.

Kırgız ve diğer Türk halklarında hastalıkla ilgili yasaklamalara ve örtmece sözlerin ortaya çıkışında temel teşkil eden dini hurafe ve batıl inançlar, gelenek-görenekler üzerinde de durmak gerekir. Her bir hastalıkla ilgili yasaklama ve örtmece söz gibi bunun neticesinde ortaya çıkan dini ve batıl inanç, gelenek-görenekler de vardır. Bunların bazıları hastalık ortaya çıkmadan önce, bazıları hastalık esnasında, bazıları hastalıktan sonra kendisini göstermektedir. Hastalıklardan önce hurafelere dayalı bir takım uygulamalar hastalığı kişi/ toplumdan uzak tutma amacını güderken, hastalık esnasında olduğu zamanda ise hastalığa ve iyesine iyi hoş görünme ve ondan kurtulmaya yönelik çabalardır.

 

  1. Hastalığa dayalı sakınma, yasaklama ve uygulamalardan da bahseder misiniz?

Hangi hastalık, ne sebeple olursa olsun ortaya çıktığında hastalığa bağlı olarak aşağıdaki sakınma, yasaklama ve bir takım uygulamalar, Kırgız ve Türk halkının güncel hayatında bugün de varlığını sürdürmektedir:

  1. Hasta yatan ev temiz tutulmalıdır. Böyle olmadığı takdirde hastalık iyesini kızdırmak mümkündür.
  2. Hasta olan evde çamaşır yıkanmamalıdır.
  3. Hasta olan evde hiçbir iş yapılmamalıdır.
  4. Hasta olan evde kötü, fena sözler söylenmemelidir.
  5. Hasta insanı hastalıktan dolayı hiç üzmemek gerekir. Sağlığına dikkat etmesi, iyileşmek için gayretli olması ve sabırlı olması sürekli ona hatırlatılmalıdır. Hastalığında hiçbir zaman şikâyet etmemesi gerektiği konusunda uyarılmalıdır.
  6. ‘Derdi veren dermanını da verir’ diyerek teskin edilmelidir. Hastanın bu şekilde çabuk iyileşeceğine inanılır. Bu tür sözler söylenirse, diğer aile bireylerinin de bu hastalığa yakalanacağına inanılır.

 

  1. Genel olarak bütün dünya halklarında hastayı sağaltmaya yönelik inanç ve uygulamaları kısaca özetler misiniz?

Hastalık, hastalığın nedenleri ve hastayı sağlatmaya yönelik bütün dünya halklarında olduğu gibi inanç ve uygulamaların hemen hemen ortak özellikler taşıdığını görmekteyiz.

  1. a) Hastalık, öte dünyadan gelen birtakım güçlü, kötü iyelerle özdeşleşmiş hastalık adlarının sözlü dilde kendisini bulmasıyla hemen ortaya çıkmakta, insanlara ve canlı varlıklara bulaşmaktadır. Hastalığın adını söylemek, ona davetiye çıkarmakla birdir.
  2. b) Hastalık iyeleri insanları, duyar, hisseder ve anlarlar. Soyut olarak toplumların düşünce dünyasında olan bu varlıklar dil göstergeleriyle somut, canlı varlıklara dönüşmektedirler.
  3. c) Hastalık, hastalık yalnız adının söylenmesiyle ortaya çıkmaz. Ölüye dokunma, temas yoluyla da ortaya çıkar. Bu tür hastalıklar toplumu, canlıları kırıp geçiren salgın hastalıklardır. Modern tıpta da bilindiği gibi, veba, kolera, sıtma vb. hastalıklar, içilen su, hava, hasta olan varlığa nefes, dokunma ve kullandığı eşyaya temas yoluyla diğer canlılara geçen ve hızla yayılan korkunç hastalıklardır. Bu hastalıkların çaresi günümüzde bulunmuş ve tehlikeli hastalık olmaktan çıkmıştır.
  4. d) Hastalıkların nedenleri gözle görülmeyen mikroplardır. Mikrop kavramı eski halklarda hissedilmesine rağmen, algılanma biçimi tamamen yerini gizemli güçlere bırakmıştır. Bu nedenle bu hastalıkları getiren rüzgâr, bazen bir hayvan keçi vb. olarak algılanmıştır. Bazen de kendi boy ve halkı dışındaki halkların hastalık getirdiği inancı yaygındır.
  5. e) Hastalıktan kurtulmak için bir takım uygulamalar kendiliğinden doğmuştur: 1.Hastalığın başat adını söylemek yerine başka dil göstergeleriyle adlandırma yoluna giderek ondan kurtulacaklarına inanılması, 2. Pratik anlamda hastalığı başka canlı cansız varlıklara göçürme yoluyla.

Günümüz Anadolu Türklüğünde ‘hastalığı satmak’ adıyla da bilinen bu olayda hastalık bir hayvan ya da bitkiye giydirilir. Bez ya da pamuk, bir ağacın dallarına bağlanır. Bir bebek veya insan resmi yapılarak suya atılır veya toprağa gömülür.

Çocukları korumak için yaşlı bir cadı olarak kabul edilen al ruhunu tutuşturdukları bez parçasıyla hastanın etrafında dolanarak alazlama, göçürme gibi tedavi yolları eski dönemlerde yaygındı. Kırgız ve Kazakların bugün de dilinde yer alan aylanayın / aynalayın sözleri hastanın çevresinde ekmek, madeni eşya vb. nesne dolaştırılarak hastalığı ona geçirmeye yönelik uygulamalar yapılmaktadır.

Hastalık ve günah yükünü insanın kendisinden bir başkasına, ya da bir hayvan veya şeye aktarma konusunda benzer girişimler, eski ve çağdaş Avrupa’da bilinen bir şeydir. Eski çağın mezar yazıcıları, eğer bir adamı akrep sokmuşsa, bir eşeğin sırtına ters binmesinin ya da eşeğin kulağına ‘Beni akrep soktu’ diye fısıldamasını salık verirdi (Frazer, 992: C.I, 145).

Travancore’da bir Raca tehlikeli biçimde hastalanıp da yaşamından umut kesildiğinde, kutsal bir Brahman getirilir, adam getirilir, adam krala sıkıca sarılır ve şöyle söyler: ‘Ey Kral! Senin bütün günahlarını ve hastalıklarını üzerime alıyorum. Ekselansları çok yaşasın ve mutlu hüküm sürsün’. Daha sonra günah taşıyıcı ülkeden uzaklaştırılır ve bir daha dönmesine izin verilmez.

Orkney Adalılar hasta bir adamı yıkayıp suyu bir giriş yerine dökerler, bununla hastalığın hastayı terk edeceğine ve oradan ilk giren kimseye aktarılacağına inanırlar (Frazer, 992: II, 146-147).

Günümüz Anadolu Türklerinde hastalık hakkında inançlarla ilgili kısaca şunları söylemek mümkündür: ‘Ölüm gibi hastalık da Allah’tandır’. ‘Hastalığı veren de Allah, dermanını veren de Allah’tır’. Nitekim ‘Allah dert verip derman aratmasın’ ve ‘Derdini veren Allah dermanını da verir’ sözleri Türk halkının İslam kültürünü benimsemesi sonucu, değer yargılarında köklü değişiklikleri ortaya koymaktadır.

Hastalığın maddi sebepleri olarak halkımız genelde ‘rüzgâra maruz kalmak’, ‘soğuk almak’, ‘açıkta yatmak’ ve ‘güneş çarpma’ vb. unsurları görür.

Manevi sebeplere gelince ‘Tanrı’ya asi olmak’, ‘günahkâr olmak’, ‘nazar değmek’, ‘küllüğe yahut sönmemiş ateşe işemek, tükürmek’, ‘cin-perilere karşı saygısızlık ederek şerrine uğramak’, Alkarısı basmak’, ‘mezarlık, türbe ve ıssız yerlerde bulunmak’, ‘bu gibi yerlere destursuz girmek, abdest bozmak’, gece yalnız kalmak’, ‘kendisine büyü yapılmış olmak’, geceleri dar aralıktan geçmek’, ‘süprüntülü yerlerde dolaşmak’, ‘çirkef üstünden atlamak ya da üstüne düşmek’, ‘geceleri pencereden sokağa, bahçeye çamaşır suyu ya da bulaşık suyu dökmek’ vb.[12]

 

  1. Türk dünyası halklarında hastayı sağaltmaya yönelik pratik uygulamalara da değinir misiniz?

Türk tarihinde hastalık ve tedaviye yönelik (ilaç vb.) verdiğimiz bilgilerden sonra geçmişten günümüze kadar Türk halklarının hasta ve hastayı sağaltmaya yönelik uygulamalarına da değinmek gerekir:

Orta Asya Türklüğünden Anadolu Türklüğüne kadar süregelen hastalığı sağaltmaya yönelik uygulamaları iki ana başlık altında incelemek mümkündür.

  1. A) Manevi tedavi uygulamaları:

1) Nazarlık: Kurt derisi veya dişi, mavi boncuk, nazar boncuğu, iğde çöpü gibi değişik maddelerden oluşur. Genelde çocuklara takılır, kız ise başına, erkek ise omzuna iliştirilir. Günümüzde otomobillere ve hayvanlara da takılmaktadır.

2) Afsun: Nefes etme de denilen bu sağlatma şekli bölge şeyhleri, kadın veya erkekler tarafından delilik, sara ve sinirsel hastalıklara yakalanan şahıslar okunarak hastanın başına veya ağrılı yerine üflenir.

3) Surgubet: Afsunun bir türü olan sürgubet, belli kişilerce hastaya okunurken bir yandan da elindeki bir bıçağı hastanın başına, kollarına ve başka ağrılı yerlerine sürülür.

4) Çıra çevirme: Hastanın başında çıra yakılarak çevrilir.

  1. B) Maddi sağaltma uygulamaları:

1) Dağlama: Kesici, delici, ateşli silahlarla açılan yaralarda ve başka sağlık bozukluklarında uygulanır. Açılan yaranın üzerine iyice kızdırılmış hatta kor haline getirilmiş bir demir parçası basılır. Bununla açık yaranın mikroptan korunacağı düşünülmektedir.

Korkudan oluşan ruhsal bozukluğu gidermek için hasta haberi olmadan dağlanır. Yapılan şokla hastanın sağalacağına inanılır. Yine sıtma hastalığında yakılan bir bez parçası ile hasta ensesinden dağlanır.

2) Dalak kesme: Sıtmanın dıştan el atma yoluyla yapılan bir sağlatmasıdır. Hastanın dalak bulunan bölgesi elle ovalanmak suretiyle yapılır.

3) Göbek çekme: Mide ve bağırsak sancıları ve ishal için hastalığın uzmanı sayılan kimse ellerini sabunladıktan sonra bol köpükleri göbek ve çevresine sürerek masaj yapar. Onlara göre düşen göbek böylece yerine getirilir.

4) Cızma (çizme): Ustura ile el ve ayak bilekleri, sırt ve göğüs çizilerek kan çıkarılmasıdır.

5) Kan alma: Çakmağa benzer bir aletle kol atardamarında açılan bir yerden kan akıtılması işlemi.

6) Kanlı acemet: Vücuttaki belli bölgeler ustura ile çizildikten sonra üzerine şişe çekilir. Acemetin yani şişe çekmenin bir de çizilmeden yapılanı vardır.

7) Sülük vurma: Sülükler gövdenin belli yerlerine yapıştırılır. Pis kanı emen sülükler şişer ve sonra düşerler.

8) Fisocemet: Şişe çekme, soğuk algınlığı sırt ve göğüs çekilir.

9) Öfeleme: Kol, bacak ve genellikle gövdedeki ağrıları, sızıları gidermek için yapılan bir tür masaj.

10) Kırık-çıkık: Vücudun eklem yerlerindeki kırık-çıkıkları, çekme, tekrar kırma yoluyla birbirinden ayrılan kemikleri eski yerlerine getirip sarma.

11) Egzama: Halk buna derme der. Egzama belirtisi görülen yer, mürekkepli kalemle çizilir, içine ayet yazılarak sağaltmaya çalışılır.

12) Siğil sağaltmaları: Gaziantep bölgesinde sinir biçiminde kullanılır. Ocaklı tarafından bir arpa tanesi sinire sürülerek ya da bir süpürge üzerine dua okuyup sinir olan yeri süpürerek sağaltma yoluna gidilir.

13) Tütsü verme: Tütsü, asıl iltihaplı yaralar ve diş apse ve ağrıları için uygulanır. Dualar, yazılı kâğıtlar veya başka nesneler yakılarak hastalıklı yeri, yakılan nesnenin dumanına maruz bırakılmak suretiyle yapılır.

14) El, yüz çalma: Hastalığı kesin olarak teşhis edilmeyen zayıf yapılı, iştahsız, yediğini çıkaran hastalar için yapılır. Bunun için hastanın burnuna sabunlu su çektirilir. Yüzü yine sabunlu su ile yıkanır. Payyavşanı denilen ot ıslatılarak suyu içirilir.

15) Kurşun dökme: Nazar için uygulanır. Bir kalbur veya elek içine birer makas, ayna, tarak, iğne, para ve ayrıca içinde yarısına kadar su dolu bir tas konulur. Kalbur bir örtü ile kapatılmış bulunan hastanın başı üzerine getirilir. Öbür yandan büyükçe bir demir kaşık içinde eritilerek sıvı haline getirilmiş bulunan kurşun, kardeş ekmeği yememiş bir kız veya kadın tarafından tastaki suyun içine dökülür. Erimiş kurşunla suyun birbirine dokunmalarından çıkan ses ne kadar yüksek perdeden olursa, nazar değmesinin o kadar zorlu olduğuna hükmedilir.

16) Üzerlik (üzellik) atma: Bir parça üzerlik, parmaklar arasına veya avuç içine alınarak nazara uğradığı sanılan kimsenin başı üzerinde birkaç daire çizilerek dolaştırıldıktan sonra bir mangal veya başka bir kap içinde bulunan kor durumundaki ateşe serpilir. Kokusu hastaya koklatılır ve dualar okunur.

17) Gezi, takım atlatma, mezarlık gezdirme: Ruhsal ve sinirsel hastaların büyü sonucu oluştuğuna inanılır. Büyünün bozulması için hastanın ortam ve hava değiştirmesi gerekir. Bu amaçla hasta uzun gezilere çıkarılır. Böylece büyünün bozulacağına inanılır.

Bir diğeri de takım atlatmaktır. Takım iki taşınmazı ayıran sınırdır. Bu sınır, iki taşınmaz arasındaki bir arık, tümsek ve siçi (siyeç) olabilir. İşte hasta böyle bir yere getirilip birkaç kez üstünden atlatılır.

Üç yılda bir hastanın bir mezarlığa götürülüp dolaştırılmasıdır. Buradaki amaç, hastanın çeşitli maddi ve manevi etkiler altında olumlu şok geçirip üstündeki ruhsal ve sinirsel ağırlığı silkip atmasıdır.[13]

Bütün bu değerlendirmelerin ışığında hastalık ve hastalık adlarına yönelik sakınmalar, hastalığı sağaltmaya yönelik maddi ve manevi uygulamaları birbirlerini tamamlayan unsurlar olarak ele aldığımızda aşağıdaki sonuca varmak mümkündür.

Hepimizin bildiği gibi bazı hastalıklar bugün yoktur, bazıları da sağaltmaya yönelik yollarla güncelliğini korumaktadır. Bunların adları, eşanlamlı sözcükler genellikle yaşlı insanların ve eski dönemleri hikâye eden edebi metinlerde yer almaktadır. Hastalıklara yönelik görüş ve değerlendirmeleri genel anlamda aşağıdaki şekilde ele almak mümkündür:

  1. Hastalıklarla ilgili yasaklama ve örtmece sözlere yönelik dil göstergeleri, dilde varlığını korurken, etnografik bilgi ve tecrübeler halkın kültür dünyasından kaybolmuş, unutulmuştur.
  2. Bunun aksine bazı hastalıklarla ilgili etnografik bilgi ve tecrübeler korunurken, dil göstergelerine dayalı adlandırmalar unutulup gitmiştir.
  3. Hastalık adları, buna dayalı dil göstergelerine yönelik açılımları ortaya çıkarmak için hastalıkları tedaviye yönelik inanç, uygulama vb. uygulamaları dilbilim ve budun dilbilim açısından ele alıp değerlendirmek gerekir. Bunun yanı sıra konuşma dili, yazı dili, lehçe ve ağızlarda yer alan hastalıkla ilgili tabu örtmece sözlerin tamamını eş zamanlı ve art zamanlı olarak (biçimsel, anlamsal, yapısal) incelemek, sınıflandırmasını yapmak eşzamanlı psikolingüistik, etnografik, etnolingüistik ve sosyolojik bilimsel araştırma ve çalışmaları gerektirir.
  4. Göstergebilim açısından hastalık nedir?

Hasta, hastalık ve hasta olma hali, göstergebilim açısından ele alındığında göstergebilimin kuramsal yapısıyla örtüştüğü görülmektedir. Konunun bu göstergebilim açısından değerlendirilmesinin de bu çalışmada gerekli olduğunu önemle vurgulamak gerekir.

Dilbilimsel göstergebilimle (Fr. Semiologie generale) tıp göstergebilimi (Fr. Semiologie medicale) arasında terim özdeşliğinin yanı sıra dizisel, dizge ve yapı uygunlukları açısından da uygunluklar söz konusudur.

Hastalığın ortaya çıkmasından önce hastalığı çağrıştıran –öksürük, titreme, ateş yüksekliği vb.- tüm bunlar belirtkedir. Tıp göstergebilimi açısından da semptom olarak yorumlanmaktadır. O halde semptom, hastalık durumunun organizmada yol açtığı özel görüngüdür (fenomen, olaydır). Bu görüngünün göstergebilimsel, anlambilimsel özelliği yoktur. Burada semptom (görüngü) sadece nesnelliği ve süreksizliği içinde marazi bir olgudur. Semptom adlaştırma, kavramlaştırma aşamasında olmadığı için anlam belirtme düşünce ve kavramını henüz kazanmamıştır. Tıp bakımından çözme, okunacak bir dizge, keşfedilecek bir gösterilen fikrini hemen kazanamaz görünmektedir. Gösterilen hastalığın betimlenmesiyle ilgili (nozografik) göstergeden ya da göstergelerden hareket edilerek ortaya çıkan adı konmamış hastalıktır. Burada keşfedilmeyi ve adlandırmayı bekleyen gizli bir yüz vardır ki o da hastalığın ta kendisidir. Diğer yandaysa yapılandırma, yorumlanma ve dizimsel açıdan düzenlenmeyi bekleyen dışa vurulmuş, özdekleşmiş, belki de birçok gösterene ayrılmış bir yüz söz konusudur.

Tıp göstergesinin zaman kavramına dayalı olarak üç özelliği vardır: a) Anamnestik; hastalığın öncesini, b) Pronestik; ileride ne olacağını, c) Diyagnostik; içinde bulunulan an da neyin oluştuğunu söyler. Tıp göstergesinin burada tümcenin kurucu öğelerine, gösterenleri birleştiren sözdizimsel öğelere ve bu gösterenleri anlamın ilerleyen çizgisi içinde yapılan öğelere benzetilebilir. Dilbilimde tümcenin dizisel ve dizimsel özellikleriyle aynı özellikleri göstermektedir.

Aynı tıp göstergelerinin değişmeyen ve yinelenen genel görünümü tam olarak sendrom diye adlandırılabilir. Bunun dilbilimdeki karşılığı da kalıplaşmış dizimdir. Değişik tümcelerde her zaman aynı biçimde kümelenmiş olarak ortaya çıkan, kalıplaşmış sözcük öbeğidir. Kendisi de şaşmaz biçimde birçok sözcükten (iki, üç, ya da dört) kurulu olan bu öbek, bir tek sözcüğün taşıdığı aynı işlevsel değeri taşır.

Hekim, bütün marazi semptomları (hastalık belirtkeleri), hastalığın betimlenmesi, sınıflandırılması çerçevesi içinde yeni bulunan bir hastalığa bağlar. Bu da yeni bir addan ibarettir. Bir ad olarak hastalık söz konusudur. Bu doğrudan doğruya dilin kendisinde görülen, gösteren ile gösterilen arasındaki baş döndürücü geri dönebilirliktir. Diyagnostik okuma (teşhisle ilişkili okuma), yani hastalık göstergelerinin okunması, adlandırmayla sonuçlanacakmış gibidir. Tıpsal gösterilen, ancak adlandırıldığı an var olur.

Gösterilenin hastalık adı olarak kavranmasından itibaren gösterge dizgesi bir tedavi sorununa dönüştürülür, hastalık iyileştirilmeye çalışılır ve dolayısıyla o anda anlam dışına çıkış olan bir işlemle, işlemin içine katılmasıyla gösteren ve gösterilen arasındaki baş döndürücü dolaşımdan kaçınılmış olunur. Dilbilimde de aynı durum söz konusudur. Bir sözlükte her gösteren başka gösterenlerle tanımlanır; yani bir sözcüğün tanımı başka sözcüklerle yapılır. Ama bu başka sözcükleri de tanımlamak istersek yine başka sözcüklere başvurmak gerekecek ve dolayısıyla gösteren ile gösterilen arasındaki dolaşım hiçbir zaman durdurulamayacaktır.

Sonuç olarak klinik ortamda, hastalık gerçek bir dil alanıymış gibi görünmektedir. Ortada bir töz yani semptom ve bir biçim yani gösterge (gösteren ve gösterilenden oluşan iki yüzlü bir düzen), öğeleri azaltıp gücü artıran bir birleşim düzeni, sözlüklerdeki gibi ad şeklinde bulunan, bir gösterilen ve tıpkı dillerde olduğu gibi öğrenme evresi gerektiren bir okuma yani diyagnostik (teşhis) vardır.[14]

 

  1. Kırgızca ve Türkçe hastalık adlarının anlambilimsel özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?

Tezin ikinci bölümünde dünyada ve Türk halklarında hastalık ve hasta olma haline yönelik inançlar, hastalıktan kurtulmaya yönelik ritüeller konusuna değinilmiştir. Bu inanç ve uygulamalara yönelik araştırmalar genelde folklor, halk hekimliği, modern tıp tarihi, etnografyayı yakından ilgilendiren konulardır. İşin dil ve dilbilimsel boyutunu ilgilendiren hastalık adlarına yönelik örtmece sözlerin somut anlamda etimolojisi, biçim ve sözcük-anlamsal özellikleri bu bölümde ele alınacaktır. Ayrıca toplumların yakından tanıdığı belli başlı hastalık (çiçek, kızamık, çıban, sarılık, göz hastalığı vb.) adlarına yönelik kullanılan örtmece sözlerin sınıflandırılması yapılarak ayrıntılı olarak incelenecektir.

Konunun bu boyutuna girmeden önce ‘hasta’, ‘hastalık’ ve ‘hasta olma hali’ne yönelik adlandırmalar başta Türkiye Türkçesi olmak üzere diğer Türk lehçelerinden örnekler verilerek açıklama yoluna gidilmiştir.

Bütün Türk halklarının kültür tarihinde yer alan hastalık adları ve hastalığı sağaltamaya yönelik folklorik tedavi yöntemlerinin yanı sıra, inanç ve değerlendirmelere yönelik Kaşgarlı Mahmut’un yazmış olduğu Divanü Lugâti’t-Türk eşsiz bir hazinedir.

Divânü Lugâti’t-Türk ve Codex Cumanicus’ta tıpla ilgili terimler şunlardır: Hastalık türleri: çeçek: çiçek hastalığı (I/388 ), enüç: göze inen perde (I / 52), ısrık: göze perde inmesi (I/ 99), tirsek: arpacık (III/424), közümekliğ: gece görüp, gündüz göremeyen hasta (I/ 477), tirsgek: arpacık (III/424), enüçlemek: göze inen perdenin tedavisi (I/300), isitmek: sıtmaya tutulmak (I/ 213 ), yubakulak: sıtmadan titreme (III/ 56), bezgeç: titretici sıtma, titreme (II/289), isitmek: sıtmaya tutulmak (I/ 210), (isilik: sıtma Codex Cumanicus’ta), kezik : sıtma (I/393 ), sarıglığ: sarılık hastalığı olan (I/496), sarığ kezik: sarılık hastalığı (I/ 496 ) (I/391 ), buku: guatr (II/ 285), çıpkan: vücutta ortaya çıkan kırmızılık (zizyphus vulgaris) (I/448), kültgü (I/ 430 18), inegü : göbek üzerinde kulunca benzer hastalık (I/ 139), sarıg suv: karında toplanan sarı su, ödem (I/374), um: karın şişkinliği, kursak bozukluğu, hazımsızlıktan midesi şişmek (I/49), toga: iç ağrısı (III/224), kızlamuk: kızamık (I/528), sengil: yüzde çıkan ergenlik, siyil: yüzde meydana gelen çiğit hastalığı (I/483 ), siğil (III/ 30), kabargan: ciltte kaşıntı veya sıcaktan oluşan kabartı, sivilce (I/516), köglenmek: yüzde çil çıkmak (I/253), tamurmak: burun kanamak (II/85), temregü: terme (I/491 19), udhuz: uyuz (I/54 23), (guturgan: uyuz Codex Cumanicus’ta), emrişmek: uyuz vs.den kaşınmak, deride karıncalanma (I/291), kiçinmek: kaşınmak (II/156), uçguk: nezle (I/98, anumı: cüzzam (I/137), (kelepen: cüzam Codex Cumanicus’ta), külgü: kalp durması (I/ 477), örtüm: müshil (I/ 106 ), atgag: karında su birikmesi, hidropsi, (I/l 1820), bars: bit ve pire ısırmasıyla ciltte oluşan kabartı (I/34S6), baş: yara (I/19I33), baliğ: yaralı (1/192 ), bıçgıl, bıçılgan: el ve ayak derisinde oluşan çatlaklar (I/480, I/519), çektürmek: kan aldırmak (II/ 188), kepek: kepek (I/390 12),

Genel anlamda hasta ve hastalık: iğ, kem: hastalık (I/4319İa/38819), sağ: sağlık (I/S94), sağlık: sıhhat, sağlık (Codex Cumanicus’ta), sükel, igçil: hasta (II/102) (m/574), sökel: hasta, sökellik: hastalık (Codex Cumanicus’ta) vb.

Hastalıkla ilgili fiiller: iglemek (1/28716), kemlemek (IH/30110): hasta olmak, iglelmek, kemlenmek: hastalanmak (I/259l4XH/25325), igletmek, kemletmek: hastalatmak (I/266’XH/3492), iglenmek: bir parça hastalanmak, ağrısı tutmak (1/259), kartamak, kartanmak, çelpeklenmek: vücudun ağırlaşıp, hastalanması (II/244 ) vb.

Hastalığı sağaltmaya yönelik fiiller: baş tüknemek: yaranın ateşle dağlanması (III/301), dağ, tükün: dağlama (III/153), (I/414), samlatmak: sağaltmak (I/2453)II/24SISXIII/29S5), onğulmak: iyileşmek, otamak, emlemek: tedavi etmek (1II/252HXI/2S719) vb.

Tedavide kullanılan aletler: kanagu: kan almakta kullanılan neşter (I/ 447 ), sorgu: kan almakta kullanılan bir alet (I/16 ), belig: yaraları deşmekte kullanılan mil (I/ 385 ), arkacak: ağza ilaç damlatmak için kullanılan içi boş alet (I/ 144 ) sungulza: neşter (Codex Cumanicus’ta) vb.

İlaçlar: ot, em, sem: ilâç (I/357XI/3S3) (III/157″), ot: ilaç Codex Cumanicus’ta arubat: demirhindi, hansı (çocukları semirtmek için kese içine konup emzik gibi çocuğun ağzına konurdu), irvi (I/ 128 ), uragun (I/138 ) ve zehirli bir bitki olan kara ot (III/222 ), egit: Çocuklara göz değmesinden korumak için bir tür safran (buna bazı maddeler karıştırılarak çocukların yüzüne sürülürdü), avılku: meyve suda eritilerek göz hastalığında kullanılan bir bitki (I/498 ), bezinç: bağlarda biten, kızıl renkli, dal ve yaprakları ilaç olarak kullanılan bir bitki (III/ 373 ), iprük: kabızlığa karşı yoğurt ile süt karıştırılarak kullanılan ilaç (I/101), kunduz kayrı: kunduz taşağından yapılan ilaç (I/458), ışgun: şerbeti çiçek hastalığında kullanılan kırmızı çiçekli bitki (I/ 109), cahşu: filiz, herçlycium otu olup, usaresi göz hastalıklarında kullanılır (I/ 423), çurnı: Türk hekimlerinin yaptıkları sürgünlük ilaç (I/ 435 ), yakrıkan: yelden çatlayan dudakların tedavisinde kullanılan bir bitki (III/ 56), ilrük safra ve balgamı söktüren bitki tohumu, üzerlik tohumu, keküş: şişliklerde kullanılan bir ilaç-aksırgan otu (I/407), sıgun: adam otu (cinsi gücü artırmak için kullanılıyordu) (I/409), süt örtüm: kabızlıkta kullanılan mercimeğe benzer bir bitki (I/107), tanga yava: kasnı ağacı püsesi. Yoğurtla karıştırılarak tutmaca katılarak ona renk veren bir ilaç (I/ 434 ), toy: ilaç yapılan bir ot (III/ 141), yakığ: yara tedavisi için çeşitli ot ve nesnelerden yapılarak ağrılı, hasta yerin üstüne konan ilaç (I/ 427 ), bu işleme de yakığ yakmak (III/62, 96) denir. Urumday: zehir etkisini gideren taş, panzehir, uyutucu otlar (III/ 154), da kullanılıyordu (Bayat, 2002:451-454).

Hastayı sağaltan şahıslar: otacı, emçi, ata-sagun: tabib (I/35SXI/3S4XI/S6-5), otaçi: hekim (Codex Cumanicus’ta) vb.

Yaklaşık bin yıl öncesinde Türk halklarının dilinde yer alan hastalık adları, biçimsel ve anlamsal özellikleriyle günümüz Türkiye Türkçesi ve Kırgızca’da halen yaşamaktadır. Aşağıda verilen örnekler de bunu açıkça göstermektedir.

Divanü Lugâti’t-Türk              Kırgızca                      Türkiye Türkçesi

çeçek                                        çeçek                          çiçek (çiçek hastalığı)

tirsek, tirsgek                           tirsek                          arpacık (dirsek, halk dili))

bezgeç, kezik                            bezgek                        sıtma (bezgek, halk dili)

sarıglığ                                     sarık                           sarılık

kızlamuk                                  kızamık                      kızamık

Türk dillerinin tarihi mirasını ve zenginliğini günümüze kadar taşıyan bu eserlerde hastalık adları, hastalığı sağaltmaya yönelik kullanılan aletler, bitki adları açısından baktığımızda tıp alanında Türk halklarının küçümsenemeyecek oranda aşama kaydettiği yadsınamaz. Söz konusu hastalıkla ilgili kavramlara yönelik batılı bilim adamlarının önemli çalışmaları olmuştur. Hastalık ve hastalığı sağlatmaya yönelik uygulamalardaki sözcüklerin anlamsal yönüne değinmek istediğimizde şunları belirtmemiz mümkündür:

Bazı hastalıkları okuyup üfleme (III/281), yel yelpinmesi (III144) denen cin çarpmasında, hastanın yüzüne soğuk su serpilerek ‘kovuç kovuç’ (kaç kaç) denir ve üzerlik veya öd ağacı ile tütsülenir (III/ 163) veya çocuğun yüzüne tütsü yapıldığı sırada ‘ısrık ısrık’ısrık ısrık! denir ki ‘ey peri ısırılmış olasın!’ demektir. (I/99). Çocukların göz değmesinden korumak için ise yüzüne egit denen safrana bazı maddeler karıştırılarak, yüze sürülürdü (I/51 ) (Bayat, 2003:454).

Codex Comanicus’ta da yer alan em sözcüğünün im, yem şeklinde varyantları olduğuna değinen A. Von Gabain’in yanısıra Vambery bu sözcüğün eskiden gırtlaktan çıkan bir başlangıç sesinin olduğunu ifade eder. Sözcüğün sonuna –ci ekinin gelmesiyle emçi: doktor, tabip ismi türemiştir.

Kırg.: em I, es. üfürükçü ilaçları, 2. (hastalığa karşı) aşı; emçi: 1. tabip, emçi-domçu tabip 2.çocukları tedavi eden üfürükçü kadın; emde: 1. es. Üfürükçü ilaçlarıyla tedavi etmek; emdep-domdop: her nevi üfürüklerle, afsunlarla tedavi etmek, 2. (hastalığa karşı) aşı yapmak.

Barbier de Meynard da em sözcüğünün kadının cinsel organ adıyla sesteş olması nedeniyle kullanımdan kalktığını belirtmektedir. Ancak bu görüşün sağlam temellere oturmadığı kanaatini taşıyoruz. Kırgızca em, emçi, emdöö, darı, darıloo vb. biçimsel ve anlamsal özelliğini kaybetmeden günümüzde de halen kullanılmakta ve halk dilinde yaşatılmaktadır.

Radloff sözcüğün anlamına yönelik araştırmasında Tebed, Şor, Soyon, Koman, Çağatay, Altay ve Osmanlıca’da medizin das helmittel (hekimlik ve tedavi araçları) diye algılamaktadır. Sagai, Koybal, Katin, Kırgız lehçelerinde ise bir tedavi şekli: bakşı ve büyücülerin kullandıkları tedavi araçları olarak benimsenmektedir. K. K. Yudahin bilimsel ve büyülü ilacın Kırgızlar arasındaki her iki anlamını da vermiştir.

Buna karşın Ramstedt, em=ilaç sözcüğünü dom=sihirli çare sözcüğünden farklı özellikler taşıdığını iddia etmiş, Moğol bilim adamı Rnichten de bu görüşü desteklemiştir. Ramstedt, dom için üflemek fiilinin söz konusu olduğunu belirtmekte ve uygun dualarla yapılan bir ilaç tedavisi olarak göstermektedir. P. Mostaert de Batı Kansu’da dom sözcüğüne yeniden rastlamış ve bundan kötü kaderi önlemek, hastalıkları ve felaketleri uzaklaştırmak için yapılan dini bir ayin anlamını çıkarmıştır.

Yine Türk halklarının dilinde halen yaşayan derman ve daru/ darı sözcükleridir. Altay toplumları Ortaçağ’dan beri İran kökenli derman ve daru sözcüğünü kullanmışlardır. Derman: Memlük Sözlüğünde ve Türk dillerinin bugün dahi sözlüklerinde yer almaktadır. Kırgızca derman: çare anlamında kullanılırken daru sözcüğü de Codex Comanicus’ta yer alır. Kırg.: darı: f.1. ilaç, deva, 2. barut; darıger: f. eczacı, tabip; darıla: tedavi etmek vb.

Bu sözcükler arasında en yaygın kullanılan ot sözcüğüdür. Ottalarmen=medico, ottala= medica, ottaladun= medicavi gibi çok sayıda türemiş sözcük ortaya çıkarmıştır. Sözcüğün birçok anlamı vardır. İlacın yanı sıra anlam genişlemesiyle, Moğolların Gizli Tarihi’nde görüldüğü gibi bazılarını iyileştirmek için yapılan ilaç, diğerlerini öldürdüğü için zehir anlamını da alabilmektedir. Diğer tüm durumlarda bu sözcük ot: ilaç diye çevrilebilir. Eski zamanlarda hekim anlamına karşılık en çok kullanılan sözcüklerin otci ya da otaci olduğu düşünülmektedir (Roux, 1999:56).

İ. Laude-Cirtautas’a göre bazı Türk halklarının dillerinde tabunun etkisiyle “ooru”, “nawqas” (hastalık) sözleri de günlük hayatta kullanılmak yerine başka dillerden giren alıntı sözcüklerle (örtmece söz) kullanılmaktadır. Örneğin: Türk dilinde Kırg.: “ooru”, Kaz.: “nawqas” adları, Türkiye Türkçesinde “hastalık,” Özbek dilinde de “kasallik” veya Farsça’dan girme “bemårlik” sözüyle karşılanmaktadır. Bu şekilde olan örtmece söz bağlamında Kazakça’da Moğol dilinden “sırqat”, Farsça’dan “aqaw”, “nawqas” gibi Farsça’dan Kırgız dilinde kullanılan “nookas,” “dart,” “kesel” ve Moğolca’dan Kırgız dilinde yer alan “sırkoo” gibi sözcükler Türk halklarının dillerinde yer almaktadır (Ahmetov, 1995: 88-89).

Anadolu Türklerinde ‘hastalık’ başat adının yerine günlük hayatta şu tür örtmece sözler kullanılmaktadır: agrık (agrıh, agırıh), araz, (aras, ârık), bus, çıtırık, depeleme, diriz, gada, gırnik), ığım, ığıma, iğ, irep, keçit, madda, maravuş, maraz, saksızlık, sayruluk, seğleme, sökellik, talav, tıbıka, tıstan, yargacı, yiyik, zort vb.

Kırgız dilinde örtmecelerin bir grubu bu biçimde ortaya çıkmıştır. Bunu bir yana bırakırsak en eski devirlerde başka dillerden alıntı sözlerin kullanımı örtmecenin başatıdır diyebiliriz. Akademik Yudahin ‘mama’ sözcüğünün güney lehçesinde ‘çon ene’: büyükanne anlamında kullanıldığını ifade etmektedir.[15] Bu sözcük Kırgızca’ya, Özbekçe ve Özbekçe’den güney lehçesine geçmiştir. Bunun yanı sıra Kırgızca’da ‘ooru’: ağrı, hastalık sözü yerine ‘sırkoo’, ‘tumoo’, ‘dart’ sözcüklerinin de bu şekilde Kırgızca’ya girdiğini ifade edebiliriz. ‘Ooru’ sözü yumuşatma amacıyla adlandırılarak örtmece söz olarak kullanılmaktadır. Ama bu somut anlamda herhangi bir hastalığın göstergesi değildir. Genel anlamda bütün hastalıkları karşılar. ‘Dart’ somut olarak bir hastalığın gerçek adı söylenmediği zaman kullanılmaktadır ve bu söz Farsça’dan Kırgız diline girmiştir. Yine ‘kesel’, ‘nookas’ sözcükleri de Arapça ve Farsça’dan Kırgızca’ya girmiş genel hastalıkları tanımlayan sözcüklerdir.

Yine ‘Hasta’ sözünü söylemekten kaçınarak yerine kullanılan örtmece sözler Türkiye’nin değişik bölgelerinde halkın dilinde sık sık yer almaktadır: aralık iyisi: ölmeden önce, geçici iyileşen hasta, ölüm iyisi, aval tabal: hastalıktan kıvranma, hastalığın en ağır durumu, avruk (avruv), çökel, geçemenli: kendinden geçmiş, ağır hasta, gırşan, hastırak: biraz hasta, hera: hastalıktan zayıf düşen güçsüz çocuk, hırdıl: daima hasta olan kimse, inli, işok: kelez (ı), (keleş (ıı)-2)): 1. hasta, cılız, zayıf, mehek (ı): hastalık, sakatlık, naçah (naçak), palaz, sağır (ıı):, sal: 1.hasta, yaralı ya da ölü taşınan sedye 2.tabut, 3. salgın hastalık, 4. ishal, sayru, semirgin: ağır hasta, seyru, üskülü: çok ağır hasta, üzgün, yatağan: yatalak hasta, zarıncı: yatalak hasta vb.

‘Hastalıklı’ veya ‘hastalığı olan insan’ yerine kullanılan örtmece sözlere şu örnekleri verebiliriz: acarıh (acaruk-2, açağraz, açaruk): zayıf, cılız, hastalıklı, ağrıklı:, algın (ı) (ağlın-1,2,3,: alğun (ıı)-1, aklın-1, 2):1. renksiz, cılız, zayıf, hastalıklı, yılgın, ana devli: hasta, rahatsız, hasta mizaç, arbaz (ı) 1. (abraz): 2. zayıf, cılız, hastalıklı, azarı:, çultaklı: hastalıklı, dertli, deperem (ı): hastalıklı insan, dircinti: edir: zayıf, hastalıklı, göz yeringeci: hastalıklı, sakat (kimse) (ölseydi daha iyiydi, zavallı çocuk göz yernigesi oldu), gumbar (ıı): hastalıklı, hırçın, sıska çocuk, halazı: zayıf, hastalıklı çocuk, hasek: 1.dertli, hastalıklı, 2.zayıf, hastacıl, hastauş (hastavuç), hılız, hos: hastalıklı, sıska, ığımlı (ıgımlı, ığlı): sürekli hastalıklı, dertli, ıngıraz (ıngırız): 1. zayıf, cılız, hastalıklı, içirikli: 1.kusurlu, suçlu, özürlü 2. hastalıklı, iğdir (ı) (iğdiş ıı)): hastalıklı, cılız, çok zayıf, iğeze: süreğin. (kronik.) hastalıklı kimse, ileze: veremli, hastalıklı, kede: şiş karınlı, sarı yüzlü hasta çocuk, kırçan (ıv): kırgın hastalıklı, sağlıksız, köfnük (ı): hastalıklı, ihtiyar (kimse), maccalı: dertli, hastalıklı, yaralı, maravuş: 1.hastalık 2.hastalıklı, zayıf, mardalı: 1.iri kemikli, iri yapılı insan ya da hayvan, 2.hastalıklı, melemili:, pısırık:1.büyümemiş, gelişmemiş kimse, 2. hastalıklı kimse, 3. nezle, tıskalı: hastalıklı, kansız, tıvgalı: hastalıklı, yatalak: 1. hastalıklı zayıf, 2. tifo, yilli: saralı, yillikli: göğüs hastalığı çeken (kimse).

Hastalık kavramını yansıtan Türkçe’de birçok örtmece fiille karşılaşırız: alıcısı yuymak: ölümcül hastalığa yakalanmak, alırmak: kudurmak, delirmek, altalamak (altalamah, altazıtmak)-1,2: altılamak): 1. hastalık tekrarlanmak, fazlalaşmak, halsiz bırakmak, arlamak (ıı): iyi olmak, hastalıktan kurtulmak, avrumak: hastalanmak, çığlamak (ıı): hastalanmak, ferkine garmak: kötü hastalığa tutulmak, inme inmek, karababaya tutulmak: çaresiz hastalığı tutulmak, ölmek (iğrenç olarak kullanılır), kımçırmak: sürgün, amel olmak, mürtlemek: ölmek (hristiyanlar için), nefes değmek: nazar değmek, örtdemiye tüşmeyh: ateşli bir hastalığa yakalanmak (ilenç olarak), parpı: hastalanan insan ya da hayvanları, ocak denilen kimselere, ev ilaçlarıyla ve okuyarak iyileştirme işlemi, parpılamak: kuduz hayvanın ısırdığı insan ya hayvanı iyileşmeleri için ocak denilen kimselere okutmak, parpulatmak: kuduz hastalığını iyileştirmek, saka olmak: nezle olmak, şerbete yatmak: frengili hasta tütsüye yatmak, tatar olmak: karnı sancılanmak, tatarca olmak: midesi bozulmak, yelpümek 1. (yelsimek): 2. hastalanmak (insanlar için), yeynilik (ıı): hastanın, üzüntülünün acısını azaltmak için söylenen söz, davranış (Kur’an okuma, kurşun dökme vb.), yürekten kesmek: hastalığı kökten yok etmek, sağaltmak.

Güncel hayatta bu tür hasta ve hastalıkla devamlı karşı karşıya olmamız ve özellikle hasta insanlar karşısında bu hastalıklardan ve hastalık adlarından konuşmak hastayı iyileştirmesi bir yana daha da kötü olması moralinin ve psikolojisinin çökmesine sebep olur.

Bütün bunlar bir yana sağlık sıhhat içerisinde bir insanın yanında bile bunlardan konuşurken ürperti verir. Örneğin: “qıltamaq” (Boğaz kanseri), “qurt” (Tüberküloz), “merez” (1. Maraz, 2. Bulaşıcı hastalık, Frengi) ya da sözlerini söylemek yerine tıbbi terminolojiden yararlanılmaktadır: rak (kanser), tuberkuloz (tüberküloz, varan (+bc)), sifilis (AİDS) gibi isimleri de kulağa hoş gelmemektedir. Tıpkı “rak” (kanser), “tuberkuloz” (tüberküloz) hastalıkların direk adını kullanmak yerine tıpçıların kendilerinin kullandığı “cancer” (kanser) ya da (son hastalığı Robert Kohlan’la ilişkilendirerek) “koh” sözü halk terimlerinin kendisi de örtmece sözden uzaklaşmaya başlamıştır.

Kırgız ve Kazak dilinde yer alan tıbbi terimler arasında örtmece söz görevini yapanlar da az değildir. Örneğin: “qoyanşıq”, “meşel” (raşitizm), “şıjın”(idrarını tutamama hastalığı) gibi kulağa hoş gelmeyen hastalıkların yerine “epilepsiya” (sara hastalığı), “rahit” (kemik hastalığı/ raşitizm), “diabet” (diyabet) sözleri daha hafif ve yumuşatıcıdır. Yine, örtmece söz olarak nitelendirebileceğimiz “dizanteriya” (dizanteri), “dipepsiya,” “glaukoma” gibi adlandırmaları burada sayabiliriz.

Hastalık adlarının örtmece sözlerle yorumlanması edebiyatta da yaygın olarak kullanılmaktadır. Gerçek adı değişik örtmece sözlerle verilen “qurt” hastalığı. Tıpta çoğunlukla “tüberküloz” veya ondan da daha yumuşatarak Latince harflerinden kısaltılarak “+bc” ya da “koh” olarak kullanılırken edebiyatta (Kazak) : “jötel awrı”, “kökirek awrı”, “jiñişke awrı” gibi örtmece sözler kullanılmaktadır.

Medyada ve sözlü dilde ürkütücü hastalıklar genellikle “awrı nawqas” (ağır hastalık), “uzaqqa sozılgan awru nawqas” (uzun süren ağır hastalık) veya “jaman awrı” (kötü hastalık) gibi yumuşatarak, kulağa hoş gelen örtmece sözlerle kullanılmaktadır. Kazakistan’ın bazı bölgelerinde “alapes” hastalığı “jaman awrı” (kötü hastalık) olarak da adlandırılmaktadır.

Sat ekewmizdi tapkan şeşemiz awzınan an maydı agızıp otırıptır –ak sal jinişkergen nawqastan qaza bolgon. (M. Awezov, Qaraş-Qaraş Okuygası)

“Sat ve – ağabeyi olan ben – ikimizi doğuran annemiz bir eli yağda bir eli balda olduğu halde o ince hastalığa (tüberküloz) yakalanıp ölmüştü.”

İnsanları bezdiren ve toplu ölümlere neden olan salgın hastalıkların adının söylenmesinin yasaklanması ve yerine örtmece sözler kullanılması hayvan hastalıklarında da kullanılmaktadır. Örneğin: hayvanları kırıp geçiren hastalıklardan birisi de “malik”, (hayvan veremi), topalan (şarbon, yanıkara), at ve develerde jamandat (bulaşıcı bir at hastalığı), büyükbaş hayvanlarda qaratalaq (şarbon, yanıkara), koyunda topalan, keçide kebenek (kelebek) malik hаstalığından aşağı kalır yanı yoktur.

Dolayısıyla bu hastalıkların olmadığı zamanlarda çoban ve hayvancılık yapanlar birisine çok sinirlenip öfkelendiğinde “Verem olasıca, şarbona yakalanasıca, kötü hastalığa tutulasıca, karatalak olasıca” v.b. beddualar eder. Bu hastalıklara da kutsallık affedilmekte dolayısıyla gerçek adını söyleyemedikleri gibi, bunların tedavi uygulamalarında da dini, folklorik, majik unsurlar yaygındır.

Örneğin, ünlü etnograf H. Argınbayev’in verdiği bilgilere göre “malik” hastalığına yakalanan hayvanı o çevrede evliya olarak tanınan bir şahsın mezarına getirerek iyileşeceği inancı vardır. Bu hastalıktan hayvanın kurtulmasının yolu da bir kurtla karşılaştığı zaman hastalığın ürküp hayvandan kaçması inancı vardır.

  1. Argınbayev bu verdiği bilgilerin yanı sıra malik‘le topalan‘ın (şarbon) Kazak köylerinde farklı şekilde adlandırmanın (malik’i kız, yaşlı kadın, “ak baypaq”, topalan‘ı “alan”, “sekirtpe”, “uşpa”) nasıl ve ne şekilde olduğu konusunu şu şekilde yorumlamaktadır.

“Malik hastalığı” niçin “kız, yaşlı kadın, ak baypaq”olarak algılanmaktadır? Bunun nedeni şudur: Ev hayvanlarına zarar veren genellikle cadı kılığında bir kız ya da yaşlı kadındır. Bu nedenle büyükbaş hayvanlara musallat hastalıklar “kız” ve “yaşlı kadın” olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu hayvanlara zarar veren bu yaşlı kadın ve cadı kızın hoşuna gitme arzusu vardır. Yine malik hastalığı hiç hesapta yokken, birden ortaya çıkması nedeniyle “Sakin insan gibi yürüyüşünü hissettirmiyor” anlamında “ak baypaq” adını verme yoluna gitmiştir. Buna ek olarak halk inancına göre, Allah’ın gönderdiği ağır hastalık olarak kabul edilen çiçek hastalığını “ovliye” gibi (evliya) gibi yorumlamışsa, “malik” hastalığını da bu şekilde yumuşatarak söylenmesi bu sayede hastalıktan hayvanların çabuk kurtulabileceği algılanmış olabilir.

İşin gerçeği bazı dilcilerin araştırmalarının neticesinde alañ / topalan / uş ayaq / qorasan / uşpa / sıypar / malik / tırısqaq / oba / kempir / kul / şeşek gibi adların diyalektolojik adlandırmalar olduğu ortadadır. Bunlar halk arasında yaygınlaşmış fakat ilk başta “Allah’ın gönderdiği” ya da “kutsal; iyeli” hastalıklar inancının varlığı ve bunun neticesinde söylenmesi, ağza alınması yasaklanan “topalan”, “qorasan”, “malik”, “oba”, “şeşek” gibi hastalıkların adlarını örtmece adlar olarak yorumlamak da zor olsa gerek.

Anadolu Türklerinde ‘salgın hastalıklar’ın adları değişik adlandırmalarla halkın dilinde yer almaktadır: ara sökümü, bus, gıran, gırgan , har (ıı), hilay, kara kıran, kıfırcan, kırgan, kırgın, olaşma, orta ağrısı, ortalık ağrısı, ölet1. 2.kolera, sal (v)1. salım, sepici, tıktap, tırnık, yang vb.

Yine cinsel hastalık adları Anadolu Türklerinde yerini örtmece sözlere bırakmaktadır: (Frengi: İng. syphilis, Fr.syphilis, сифилис, котон жара, кулгуна.), belsoğukluğu, bezeme, çiçek, firekli, kif, kötüyara, külleme (ı), seçime, şerbetleme, yenirce, yepeme vb.

Belirli bir hastalığa yakalandıktan sonra, bu hastalık neticesinde insanın fiziki ve ruhsal durumunu anlatan dilimizde çok sayıda sözcük vardır: cöbürlü: bağırsak ve mide hastalığı olan kimse, cöçün: ayakları romatizmalı veya inmeli olan kimse, culdur: fıtık hastalığı olan kimse, çelpeşik: sıtmadan yürüyemeyecek kadar bitkin kimse, çonata: eli, ayağı tutmayan kötürüm, debelek: husyeleri yaralanmış, şişmiş insan, harazalı: 1.kesik kesik öksüren, 2.saralı, 3.hastalıktan zayıf düşen, hırtı: sıskalıktan ya da gebelikten vücudu oranlı olmayan kimse, kakmık: kudurmuş insan, keçrik: kötürüm, küd: 1.eli ayağı tutmayan, inmeli, 2.kötürüm, sakat, küküm: 1.elden ayaktan düşmüş, çok ihtiyar, 2.kötürüm, sakat, küt: kötürüm, sakat, mahaklı: 1.çok öksüren, tıknefes kimse, 2.lekeler biçiminde beliren bir deri hastalığına tutulmuş kimse, mücrüm: inmeli, mücürüm: 1.inmeli, 2.bedende özürlü, sağlam olmayan, nime: felç, inmeli, nimelik: felçli, inmeli, seğricekli: tilki, seğirme hastalığı olan, sengi: 1.uyuşuk, sersem, 2.vücudun belden aşağısında olan hastalıklar, sokur: kör, uluk: Bir hastanın dert çeke çeke takatten düşüp yatalak hale gelmesi. Ne çabucak öldürür, ne de ondurur.

Vücuttaki birtakım kusur ve özrü bulunan insan için değişik adlandırma ve örtmece sözler kullanma yoluna gitmişlerdir: erkit: vücut organlarından birinin sakatlık ya da noksanlığı, iteli (ıı): felçli, çolak, macat: sakat, bir organı eksik olan, gümük (ıı): burunsuz adam, şaynak: topal, şil (ıı): 1. sakat, ezi: köse, gızali: köse, ince sesli erkek, ilkit: dil tutukluğu, yordanlı: deli, zandos (zanguş): deli, zaylak: kısa boylu, bücür, avalla: sağır ve dilsiz, ağsak: topal, aksak, ahraz: sağır ve dilsizlik, maymak: bacakların eğri olması, baykara: deli, esemeli: deli vb.

Kel insan için: kıbış (ıı) )kıdırış (ı)-1)), kırnık (ı), kırtaş (ı), tırak, aynalı (vı), ayaz (ıı) vb. Sağır insan için: fosut, gofoz, gulüf, hul (ı), kar (ıı), kobi, kofo (kofe, kofa, kofi, kofos, kofoz, kofuz), kufu, pat, zavrak vb. Gözleri görmeyen (kör) insan için: elil, emme (v), faslak (v), gūr, keş kesilmek, matı, naşal (ıı) (naşşal (ıı))-1,2), puç, sokur (ı), şaşa, tıkızı kırık, ağma (ıı): ama, doğuştan kör, ağmağa: hastalıklı, iyi görmeyen göz, ayvaz (ııı): 1. kör, bir gözü kör, avar (ıı): tek gözü kör olan Dilsiz insan için: akraz, aras (ııı), araz (ı)-1)), argaz, dilemez, ebu (ıı), gürüz (ıı), habu (ıı), kacar, lalık, lalik 1, sesmez, tinsiz (ıı) Kambur insan için: hegbeli, iki büküm, kakur Kötürüm insan için: keçrik, kicirik, mucurum, oturag (ı), oturak, topaç vb. Kekeme insan için: ılat, teltik, tilkov, tehmen, deme, kekeç vb. sözcükler kullanılmaktadır.

Kör, gözleri görmeyen insan için: ‘görme özürlü’ veya ‘görme engelli’; Sağır kulakları duymayan insan için ‘işitme özürlü’ veya ‘işitme engelli’; ‘Tımarhane’ye (delilerin yattığı hastaneye ‘akıl hastanesi’ örtmece sözler kullanılmaktadır.

Hastalık adlarında olduğu gibi yine Kazaklarda, hastalık sonucu insanda fiziksel ve ruhsal kusurların olmasını yansıtan – aksak (topal), şolaq (çolak), soqır (kör), puşıq (burnu yamuk, burnu basık), bukir (kambur), keren (sağır), sanıraw (sağır) gibi söylenmesi ve duyulması hoş olmayan sözlerin yerine “kemtar” (özürlü), “mugedek” (özürlü, malül) gibi genel anlam ifade eden örtmece sözlerden yararlanılır.

Kırgız yazılı edebiyatında hastalık adlarına yönelik şu örnekler verilebilir:

Men da Kalimden uşul maktoonu daalay utkum.

– A sen anın kurgak uçuk ança dele korkunuçtuu dart emes. Cakşı cürsön ayıgasın (T. Sıdıkbekov, Men miñ cıl caşadım, 1998, s.33)

Ben de Kalim’den bu konuyu çok duydum.

– Senin bildiğin gibi verem çok korkunç bir hastalık değil. Kendine dikkat edersen iyileşirsin.

Kışka çeyin eki ay bar bolso da düynölük salamattıktı saktoo uyumu DSU AKŞ ökmötü düynö elin sasık tumoodon etiyat boluuga çakıruuda (Kırgızstan Zaman 24-Sentyabr- 2004)

Daha kışa iki ay olmasına rağmen Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve ABD hükümeti dinya halklarını gribe karşı önlem alınması konusunda uyarmaktadırlar.

Bir neçe cıldar murun okumuştular kuş tumoosu adamdar üçün zıyanduu emes dep kelgen (Kırgızstan Zaman, 24-Sentyabr- 2004) (Birkaç yıl öncesine kadar bilim adamları kuş gribinin insanlar için zararlı olmadığını dile getiriyorlardı).

Men anı alıp atıp tam boorundagı çakan taş küzgüdön özümdü körüp çoçup kettim. Çaçtarım iretsiz teñi arkama teñi iyin ıldıy kökürögümö tüşkön. Bezgek bolgon nemeçe, erdime tiybeyt. Tunoolorum kıpçılıp, közdörüm kızarıp çıkan (Ö. Danikeyev, Kızdın sırı, s.28)

Ben onu alırken önümdeki duvarda asılı aynada kendimi görüp ürperdim. Saçlarım dağılmış, yarısı sırtımda, yarısı göğsümde. Sıtmaya yakalanmışçasına dudaklarım tir tir titriyor, burun deliklerim büyümüş, gözlerim kızarmış.

Çınar ekööbüzdün ortobuzdan enem eki erkek töröp eköönü teñ ulu tumoo carıktık alıp ketiptir. (D. İsayev, Kırgız tilinin tüşündürmö sözdügü, 1969, s.691) (Çınar’la ikimizin arasında doğan iki erkek kardeşim çiçek hastalığından vefat etmişler.)

Caş kezinde kaltıratma menen oorugan ele (Ş. Caparov, Kırgız tilinin sinonimder sözdügü, s.75) (Genç yaşında sıtmaya yaklanmıştı).

Celkesine çıkan sızdookton capa çegip eki caka da şır burulup karay albayt. (Ş. Caparov, Kırgız tilinin sinonimder sözdügü, s.121) (Ensesine çıban çıkınca sağına soluna başını çeviremiyor.)

Cañı cerge könbögöndönbü, aytor, denesine kötü boş çıktı. (Ş. Caparov, Kırgız tilinin sinonimder sözdügü, s.377) (Yeni yerine alışamadığından mıdır nedir vücuduna çıban çıktı).

Hastalığı sağaltan şahıslar da şu sözlerle anılırlar: ağşarlı, ağşerli: hastalık veya nazar gibi şeylere okumaya yetkili kimse, arpağcı: üfürükçü, büyücü, atçu: doktor, çentici: hastanın şişip sızlayan yerini, bıçağın ağzıyla yontuyormuş gibi yavaş yavaş vurarak iyileştirmeye çalışan kimse, dökücü: kurşun döken kimse, ırıkçı: ağrıları nefesle ya da büyü ile iyileştirdiğine inanılan kimse, büyücü, orçumcu: bilinmeyen olmuştan ya da olacaktan haber veren (kimse), ırıkçı: ağrıları nefesle ya da büyü ile iyileştirdiğine inanılan kimse, büyücü, otaç: hekim, otçu: hekim, parpıcı: hastalığı okuyarak ve ev ilâçlarıyla iyileştiren halk hekimi, parpulcu: hastaları okuyarak ve ilâçlarıyla iyileştiren halk hekimi vb.

Parpı: Hastalanan insan ya da hayvanları, ocak denilen kimselere, ev ilâçlarıyla ve okuyarak iyileştirme, çıbıklatma: çubuk adı verilen hastalıktan yürüyemeyen çocukların tabanına çubukla yavaş yavaş vurdurmak, hamur patlatma: vücutta meydana gelen “civerme” denilen hastalığın iyileşeceği inancıyla, yedi evden toplanan undan yapılan ekmeğin yedi parça ayrılıp kurutularak köpeklere verilmesi, ırbasa (ırfısa, ırfıza, ırvaza): boş inancı olanlarca hastalığı iyi ettiğine inanılan büyü, kocakarı ilacı, zep (ı): em, ilaç, em: ilaç, arpağ: sihir, üfürük, büyü, yafta: bulaşıcı hastalık olduğunu bildiren ve evin kapısına asılan belge vb.

Bütün bu verilen örneklerde görüldüğü gibi hastalık kavramı çerçevesinde dilde kullanılan sözcüklerin sinonim (eşanlamlı), çokanlamlılık özelliklerinin yanı sıra örtmecesel özelliklerini de burada görmekteyiz. Hastalığın gerçek adını söylemeye yönelik kaçınmaların derin yapısında: tabu, tabuya dayalı korkular yer almaktadır. Bu tür kaçınma ve korkuların yerine halk dilinde yaratılan örtmece sözcüklerle bu korku ve sakınmalardan bir nevi kurtulma yolları bulunmaktadır.

Genelden özele hareketle çiçek, çıban, kızamık, sarılık vb. hastalıkların etnolojik ve dilbilimsel açıdan her iki dilde karşılaştırarak biçim ve anlamsal özelliklerine bakmak gerekir.

 

  1. Çiçek hastalığıyla ilgili örtmece sözlerin anlambilimsel özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?

Çiçek hastalığı (İng. small pox, Fr.variola), bütün dünya halklarında korkulan, uzun yıllara dayalı tedavi yolları aranan bir hastalık olmuştur. Özellikle şarkta çok eski tarihi bir geçmişe sahip olan bu salgın hastalık, yayıldığı yerlerde bütün insanları kırıp geçirmiş ve insanlar arasında korku ve dehşet salmıştır.

Vücutta kırmızı, sulu, küçük yaraların oluşması. İki türü vardır; 1— Gülçiçek, 2— Su çiçeği. Su çiçeği fazla tehlikeli değildir. Asıl korkulanı “Gül çiçeği”dir. Yüzde derin yara izleri bırakır, bazen gözü de kör eder. Sayısı az olmakla beraber halen köylerde çiçek bozuğu yüzlere ve kör olmuş gözlere rastlanır. Onun için de halk bundan çok korkar. Mikrobik ve çabuk bulaşan bir hastalıktır.

Eski Hint’te çiçek hastalığının yüzde meydana getirdiği tahribatlara karşı merhemler yapılmıştır. Ebubekir Razi’nin ‘Kitab-ül Hasbeti vel Cüdari’ adlı eseri çiçek üzerine yazılmıştır. İbn-i Sina’da yazmış olduğu eserlerinde çiçek hastalığından bahsetmektedir.

Çiçek aşısı ve folklorik tedavi yolları çok eskilere dayanmaktadır. Hindistan’da Berder şehrindeki bir mabed bir nevi aşı yerini görmektedir. Ganj vadisi ile daha uzaktaki halk burada aşılanırdı. Hatta Hintlilerde Pockengütting denilen bir çiçek tanrısının varlığından söz edilmektedir. Hintliler kolun derisini çizerek püstüllere batırılmış ve daha sonra kurutulmuş çöpleri sürerek aşılama yapmışlardır. Habeşler de bunlara yakın usullerle aşılama yapmışlardır.[16]

1839’da tahta geçen Sultan Abdülmecid çocukken çiçek çıkarmış ve bundan güzelliğini bozduğu için hayatı boyunca üzüntü duymuştur. İşte bu nedenle çiçek aşısının tatbikini mecburi yapmıştır. Hatta kendisi bizzat aşıcıların yanında bulunarak halkı teşvik etmiş ve aşı olmak istemeyenleri seyahatlerinde bile aşılamayı ihmal etmemiştir. Dünya yüzünde çiçek aşısını ilk defa mecburi yapan ülke Osmanlı Türkleri olmuştur.[17] Kaşgarlı Mahmut’un yazmış olduğu Divanü Lügât- it Türk adlı eserinde çiçek hastalığı ‘çeçek’ olarak geçmektedir.

Çiçek hastalığı, Kırgızlar için korkunç bir hastalık olmuş, bu hastalığa yakalanan insanların geneli ölümle sonuçlanmıştır. Kırgızlar ‘çiçek’ yerine ‘uluu tumoo’, ‘kara tumoo’, ‘carıktık’, ‘bayagı carıktık’, ‘çon carıktık’, ‘koroson ata’, ‘kudaydın ençisi’, ‘ köptün ele köpçülüktün ençisi’, ‘oliya’, ‘apakav’, ‘barsıldak’ ‘gül’, ‘capayı monçok’ (güneyde) vb.[18] örtmece sözler kullanmışlardır. Anadolu Türkleri de; ‘alabele’, ‘barak’, ‘bezeme’, ‘butur’, ‘bübü’, ‘cıbar’, ‘cibe’, ‘cobuk’, ‘cottu’, ‘cubur’, ‘çapar’, ‘çarpana yüzlü’, ‘çeçek’ (ıı), ‘çendek’, ‘çıpar’, ‘çipar’, ‘çotruk’, ‘donanma’, ‘gamar’, ‘gerik’, ‘hesbi’, ‘holdur hoyuk’, ‘hoşur’, ‘kamar’, ‘karamık’, ‘kırtıl’, ‘kırtın’, ‘kırtış’, ‘kızılca’, ‘kızılcık’, ‘kol döğen’, ‘konak’, ‘pıtır’, ‘potor’, ‘potur’, ‘potur yüzlü’, ‘pültür’, ‘suçiçeği’, ‘tırhış’, ‘tırkış’, ‘türtük’, ‘yoluk’ vb. örtmece adlarla anılır.

Zamanımızda halk arasında örtmece sözler yerine doğrudan doğruya ‘çiçek’ adıyla anılmaktadır.[19] Bunun sebebi hastalığın eskisi gibi halk sağlığını ciddi anlamda tehdit eden bir hastalık olmamasından kaynaklanmaktadır.

Çiçek sözünün yerine örtmece sözlerin sık ve yaygın olarak kullanımına geldiğimizde halkın genel anlamda hastalığa bakış açısından kaynaklandığını görmekteyiz. Bir başka ifadeyle Kırgızlar çiçek hastalığının kendisini nasıl algılayıp yorumladığına dayanmaktadır. Halk, ‘çiçek’ hastalığını kutsal yaşlı bir insan sıfatında kabul edip Koroson Ata demiştir. Hastalığın yedi kardeşten ortaya çıktığına inanılır: ‘çiçek’, ‘kalıpsa’, ‘akbar’, ‘can’, ‘uy’, şıbat’, ‘kızılça’ vb.

Akademik K. K. Yudahin bu hastalığın gerçek adının yerine aşağıdaki örtmece sözlerle dile getirildiğini tespit etmiştir: ‘uluu tumoo’, çon carıktık’, ‘bayagı, ‘bayagı carıktık’. Bir insan çiçek hastalığına yakalandığında, ‘çiçek çıktı’ sözünü kullanmaya şiddetle karşı çıkılmış yerine ‘kara tumoo’ ‘uluu tumoo’ ‘çon carıktık’, ‘carıktık’, ‘bayagı carıktık’, ‘bayagı kaptadı’ ya da ‘bayagı taradı’ gibi örtmece sözler kullanılır. Bu tür kalıplaşmış sözler halk arasında benimsenmiş, kabul görmüştür. Bu sözler duyulduğunda çiçek hastalığından bahsedildiği hemen anlaşılır.

‘Berelegiñdi bekitkin, bergeniñdi ketirtkin aylanayın olıyam’ ( Ey evliyam vereceğini durdur, verdiğini de kurtar –gönder-) diye yalvarıp yakarmıştır. Sözün majik, sihirli gücüne dayanarak kurtulma çareleri aramıştır.

Yukarıda da ifade edildiği gibi çiçek hastalığından Kırgız halkı çok çekmiştir. Bazen bir aile, bazen de bir köyün tamamı bu hastalıktan kırılmıştır. Bu hastalığın böylesine korkunç yönü Kırgızlar arasında beddualarda sık sık yer almaktadır. ‘Çeçek çıkkır!’ (Çiçeğe yakalanasıca’), ‘Çeçek çıkkanday bolup, elge coloboy, cayı-kışı debey calgız üy oturçu!’ (Çiçek çıkıp el arasına karışmadan yaz kış evde kal’), ‘Maga çeçek çıgıptırbı? (Bana çiçek mi çıktı, niçin uzak duruyorsun?) vb. sözler yaşlı insanların dilinde yer almaktadır. Çiçeğin salgın ve korkunç bulaşıcı bir hastalık ve halkın bu hastalık karşısında çaresizliği ve korkusunun en açık delilidir.

Kazaklarda “kızılca” gibi “çiçek” hastalığını da örtmece sözlerle kullanmışlardır. Bu hastalığa yakalananların çoğunun ölümle sonuçlanması sonucu kutsal bir nitelik kazandırıp “meyman” (konuk), “qonaq” (konuk, misafir), “qorasan” (Horasan), “ovliye” (evliya) gibi örtmece sözler kullanmışlardır.

Bu verdiğimiz örnekleri daha iyi anlayabilmek için halk arasında var olan somut gerçeklerle desteklemek istiyoruz. Kazakistan’ın Çimkent ilinin Sozak ilçesinden derlenen bilgilere göre, evde bir kimse çiçek hastalığına yakalandığında “Evde misafir (konuk) var,” ya da “Misafir yatıyor,” gibi hastalığın doğrudan adını söylemekten kaçınmalar söz konusudur. Yerine örtmece sözler kullanılır. İçeriye başka bir kişi alınmaz, hasta olan evden de dışarıya ateş verilmez. Göç zamanı hastası olan aile bırakılarak oba oradan göçer.

Gabiden Mustafin “Köz Körgeninde” (Göz Gördüğünde) adlı eserinin bir bölümünde şöyle dile getirmektedir.

– Otagası, nege jalgız üy otırsız? Nege jaqındatpaysız?

– Şıragım, el ürkip jalgız tastap ketti. Äwlie şıgıp jatır. Bes balanıñ azirşe üşewin berdim. Ekewi şeşesimen qosıla tösekte.

 – Ev sahibi niye yalnız oturuyorsunuz? Niye uzak duruyorsunuz?

 – Işığım, halk korkup bizi bırakıp gitti. Avliya (çiçek) hastalığı çıktı. Beş torunumun üçünü daha yeni bu hastalıktan kaybettim. İkisi annesinin koynunda.

Çiçek hastalığının değişik adlandırmaları diyalektolojik çalışmaları da kaynak sağlamaktadır.

Dilci S. Amanjolov’un araştırmalarına göre çiçek hastalığı Kazakistan’ın güney doğu bölgesinde “meyman” (konuk) diye adlandırılırken güney batı ve doğu bölgelerinde “ovliye” (evliya) olarak kullanılmaktadır. B. Kaliev’in araştırmalarında da Aral bölgesi ağzında “kül” olarak kullanılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz diyalektolojik çalışmalarda çiçeğin “ovliye, meyman, kul” olarak adlandırılmasında tabunun etkisi vardır. Bu çalışmalar sadece diyalektolojik, bölgesel ağız çalışmaları olarak değerlendirilmektedir. C. Bolatov: “Kazak dilinin diyalektolojik unsurlarını araştırırken diyalektizmle tabuyu aynı açıdan ele almak yerine farklı iki dil özelliği olarak değerlendirmemiz gerekir,” demektedir.

Çiçek hastalığını tabuyla ilişkilendirerek adlandırma Kazaklar da olduğu gibi başka Türk halklarında da mevcuttur. N. İsmatullaev’in verdiği örneklerde Özbeklerde çiçek hastalığı: “gül”, ya da “gül mõma” olarak adlandırılmaktadır. Doğu Türkistan’da çiçeği “bübi” diye adlandırırken Afganistan Özbeklerinde “bibi” diye söylenmektedir.

Çiçek hastalığının sebepleri ve nasıl ortaya çıktığı konusundan ziyade bu hastalıktan sağaltma yolları halkı derin endişeye sevk etmiştir. Kırgızlar ‘çiçek’le nasıl mücadele ettiler ve sağaltmaya yönelik ne gibi uygulamaları olmuştur? Kırgızlar bu hastalığa yakalananları, onlara bakmak üzere yaşlı bir kadınla iki su arasında bir yere bırakarak boyun diğer sağlıklı insanlarına bulaşmamasını engellemeye çalışmışlardır. Göçerken hastalarını ardlarında bırakarak gitmişlerdir. Bu çiçek hastalığının iyelerinden korunmak için hurafe, boş inançlara yönelik uygulamaları olmuştur. Bununla ilgili olarak K. K. Yudahin, ‘Korason Ataga kat aytıp’ (Koroson Ata’ya mektup yazıp) örneğini getirmiştir. Koroson Ata’nın şanına yaraşır en iyi hayvanlarından birisini kurban edip ‘Koroson Ata özüñ koldoy kör, artıñ kayırluu bolso eken, tez kayta kör’,[20] (Koroson Ata koru bizi, sağlık mutluluk getir, bir an önce iyileştir), ‘Artı kayırluu bolsun, mayluu süttü bolsun’ (Gerisi hayırlı olsun, yağlı, sütlü bereketli olsun).

Çiçek hastalığına karşı mücadele ve tedavi yöntemlerinde Kırgız halkı folklorik tedavi usullerinin yanı sıra farklı uygulamalarda bulunmuştur. Ayının (ayı yerine kara kiyik/ kara geyik örtmece sözü kullanılmıştır) etinden ilaç, deva niyetine faydalanmıştır. Çiçek hastalığı salgın olarak yayıldığında korunmak için ayının başı ve organları Isık Göl Kırgızlarının boz evinin kenarlarına iliştirildiğini Ç. Valihanov, Kırgızistan seyahatinde buna şahit olduğunu ifade etmektedir.[21]

Türkiye’de çiçek hastalığının tedavisine yönelik çeşitli inanç ve folklorik uygulamalar vardır: Köyde çiçeğe tutulan çocuk, adeta bir eczahane gibidir. Herkes, çocuğunu alarak çiçekli eve gider; hastanın yaralarındaki irinlerden bir damla alıp çocuğunun kolu üzerine kor ve damlanın olduğu yeri bir iğne ile döver. Böylelikle çocuğu aşılar. Sonra hastanın burnundan bir parmak sümük alıp çocuğun ağzına sürmek suretiyle çocuk tiksindirilir. Bu tedavi bütün Türkmen köylerinde yapılmaktadır.

Çiçek hastalığının sağ iken çıkarmayanın mutlaka mezarda çıkaracağına dair inanç vardır. Bu tür uygulama Türkmen köylerinde görülür[22]

Ankara bölgesinde, çiçek çıkaran çocuğu tütünden esirgerler, yanında yemek yemezler. Yedi gün öyle bakılır. Ancak, süt dışına vursun diye tatlı yedirilir. Mutaassıp kadınlar günah diye aşı yaptırmazlar. İçine alıverirse ölür. Kendi çiçeği kuruyunca beyi çıkmasın diye yara kabuğunu kendisine yedirirler. Yedi gün sonra yara dönmeye başlar. Yedi güne kadar tehlikelidir. Çiçek ya terletir ya da öldürür.[23]

Urfa bölgesinde, dağlarda cidiri denilen bir ot vardır. Bu otun çiçekleri toplanır, hasta çocuğun kolu üzerine konur, iğne ile dövülür. Çiçeğin suyu ile kan birbirine karışınca dövme terk edilir. Bu iş 8-10 gün tekrarlanırsa çiçek hastalığından şifa bulacağı söylenir.[24]

Hastalanan çocuklar sıcak bir yere kapatılır. Çok sıcak tutulur. Bolca tatlı yedirilir. Gövdesi arpa kepeğine sarılır. Bulgur, tuz, para gibi şeylerden gözcelik (Gözde de çıkmaması dileği ile sadaka) verilir. Hocalara okutulup, üfletilir. Çiçekler vücudu sarınca arpa kepeği herle haline getirilip bütün vücuda baştan aşağı sürülür. Ekşi ve tuzlu şeyler yedirilmez. Hasta daralmadıkça su içirilmez.

Çiçek sözünün yerine kullanılan örtmece sözlerin çoğu diğer Türk dillerinde de hemen hemen aynıdır. Farklı olanları ise başka dillerden alıntı sözlerdir. ‘Kudaydın ençisi’ ‘Kudaydın süygön ildet ce dart’ sözleri İran ve Arap dillerinden alınmıştır. Eski devirlerde Kuday (Hüda) sözü yoktu. Yerine Teñiri sözü kullanılırdı. Bunlar Orhun-Yenisey yazıtlarında da mevcuttur. Gerçek adın yerini söylemekten kaçınılarak başka dillerden gelen örtmece sözler de kullanılmaktadır. Bu da örtmecenin bir türüdür. Çiçek hastalığına yönelik adlandırmaları şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:

  1. Çiçek yerine onu kutsama, nazlandırma ve değer verme anlamında kullanılan örtmece sözler halk dilinde yer almaktadır. Carıktık (bayagı ce çoñ carıktık), uluu tumoo (kudaydın ce köpçülüktün ençisi), kudayım süygön dart ce ildet. Buradaki carıktık sözü Rusça lask svyatik diye verilirken çağdaş Kırgızca’da anlamı ‘ yaşı kemale eren insanlara saygı ve hürmet ifade eden söz[25] olarak verilmektedir. Bu hastalığı çağrıştıran uluu tumoo, kudaydın ençisi, kudaydın süygön dartı veya ildeti örtmece sözleri, söz konusu hastalığa yönelik ululuk vasfı verme amacıyla kullanıldığı ve bu yolla da halk bu hastalığın iyesinin rızasını ve hoşnutluğunu kazanma amacı güttüğü sözcüksel anlamında kendini göstermektedir.
  2. Çiçek hastalığını Çukçalar, Pokoçiler: velikaya bolezn sözüyle anarlar. Bu da Kırgız dilindeki ‘uluu tumoo’ sözüyle aynı anlamı taşımaktadır. Kazak dilinde: ‘şeşek (ospa) sözü ‘meyman’ ya da ‘konok’ (misafir / konak), guliya (святая), korasam örtmece sözlerini kullanırken ‘ çeçek çıktı’ (çiçek çıktı) denilmez. ‘Evde konuk / misafir var’ denir. (Ahmetov: Avtoref., 1973: 8)

‘Çiçek’ sözünün yerine ‘konuk / misafir’ olarak kullanımı Slavyan, Fin, Kore ve bazı Türk halklarında da (Abakan, Keçin Tatarları) yer aldığını D. K. Zelenin ifade etmektedir. Bu şekilde bir örtmecenin kullanımı şu sebeplere dayanmaktadır:

a). Hastalığın özelliğine göre ortaya çıktıktan sonra misafir / konuk gibi çabuk gelip gitmesi inancıyla,

b). Hangi toplumda olursa olsun misafir geldiği eve kötülük ve ard niyetle gelmez. Çabuk gelip çabuk gittiği için misafir her zaman ev sahibinden saygı görür, ağırlanır. Bu nedenle hastalığa misafir gibi davranmak gerekir.

c). Söz konusu hastalıktan korkulduğu için onu kızdırıp gazabından korunmak için güzel sözlerle gönlünü hoş tutmak çabası burada kendini göstermektedir.

Dil özelliklerine baktığımız zaman birçok Türk ve Moğol dilinde ‘çiçek’ sözü önceleri «bitki», «çiçek» anlamında kullanılmıştır. Halen de bu anlamları bu dillerde yaşamaktadır. Bunu aşağıdaki örneklerde göstermek mümkündür:

 

  1. Türk. «çiçek» а) tsvetok б) ospa
  2. Azerb.çiçek а) tsvetok б) ospa
  3. Uyg. «çeçèk» а) tsvetok б) ospa
  4. Özb. «çeçak» а) tsvetok б) ospa
  5. Tat. «çeçèk» а) tsvetok б) ospa
  6. Kumuk. «çeçek» а) tsvetok б) ospa
  7. Başk.. «çèçèk» а) tsvetok б) ospa
  8. Çuvaş. «çeçek» а) tsvetok б) ospa
  9. Yakut. «Uspa» ospa vb.

Moğol grubundaki dillerde. Moğ.—- I. svetok ovçin, ospa (ovçin) 1. blezn: zabolevanie, 2. bol, Buryat-Moğ.:’seseg’ 1. svetok 2. Peren ospa olarak yer alır. Kaşgarlı Mahmut’un sözlüğünde ‘çeçak’ sözcüğü ‘gül’ çiçek anlamında verilmektedir.[26]

Böyle kutsama, ululama, saygı türünde çiçeği örtmece sözlerle adlandırma yolunun daha yaygın olduğu görülür.

  1. Adıllarla (at atooç) örtmeceleme Kırgız ve diğer Türk dilli halklarda az da olsa kullanılmaktadır: ‘bayagı’, ‘bayagı carıktık’ vb.
  2. Çiçek ve diğer başka hastalıkları kötü adlandırma, beddua türünde örtmeceleme Kırgız ve diğer Türk dilli halklarda yaygın olmadığı görülmektedir. Bunun sebeplerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Türk halkları, dolayısıyla Kırgızlarda bu hastalığın nasıl bir sebepten olursa olsun yayılmasına bakarak onu sihirli bir hastalık iyesinin gönderdiğini düşünerek hastalık iyesine saygı, hürmet ve kutsamaya yönelik sözleri söyleme yoluna gitmişlerdir (Zelenin, 1930: 76-80). Diğer bir neden de hastalığı kötüleme, kötü adlandırma yoluyla hastalık iyesinin öfkesine uğramaktan duyulan korkudur.
  3. Hastalığın gerçek adının yerine başka dillerden alınan sözcüklerle örtmecelem yaygın olarak kullanılmaktadır. Şüphesiz, komşu halkların dillerinden rast gele alınan sözcükler örtmece söz olarak kullanılmamıştır. Belli leksikal kurallara dayanmak gerekmektedir. Anlam itibarıyla hastalığa eş gelen sözcükler (eşanlamlılar) alınıp örtmece biçiminde kullanılmıştır. Çiçek hastalığının örtmecelemesi Türkmen halkında ‘mama’ anne, (tıp. Ospa çış kızalıktan gork, tamus manadan) posl. Bayeke zimoy korkü letom ospı, [27] Özbek diyalektlerinde ‘mama’, ‘oymama’, ‘hoymama’, ‘gülmama’, ‘hasmama’ (İsmatullayev, 1964: 35) örtmece sözleri, sözkonusu hastalığın gerçek adına dayalı olarak yasaklamalar neticesinde Farsça’dan girmiştir. Tacikçe, ‘mom’, ‘mat’, ‘mama’:[28] prababuşka; oçen staraya jenşina, babuşka, babka, Farsça: ‘Mom’, ‘mama’, ‘mah’, ‘matuşka’ aynı anlamda kullanılmaktadır.

Çiçek hastalığı için ‘anne’ anlamında örtmeceleme yoluna gidilmektedir. Etnografik verilere baktığımızda bu hastalığın iyesi farklı kültürdeki halklarda genellikle kadın, yaşlı kadın şeklinde tasavvur edilmektedir. Bir başka ifadeyle çiçek ‘ana’ sözüyle örtmecelenmiştir. Kazaklarda da ‘çiçek’, dilsiz, yaşlı bir kadın olarak kabul edilir. (Kirgizskaya, stepnaya gazeta, 1894, №47) Bir başka soru da çiçek hastalığı başka dillerden alıntı sözcüklerle niçin örtmecelendiğidir.

Çiçek hastalığının örtmecelenmesinde ‘ana’ sözcüğünün niçin yaygın olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Etnografik bilgilere göre dünya halklarının inancında bu hastalığın iyesi ya da ruhu (Rusça: duh) genellikle kadın kadın ya da yaşlı, dişleri dökülmüş bir kadın şeklinde tasavvur edilir.[29] Ayrıca başka halkların inancına göre, hastalığın iyeleri o halkın dilini çok iyi anlar. Başka halkların dilin ise anlamaz. Onu aldatma ve birtakım sakıncalı durumlar hissettirmemek için yabancı dilden alıntı sözcükleri, hastalık adlarının yerine kullanma ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür uygulama alıntı sözcüklerin, hastalık iyelerine anlamsız geldiği düşünülerek örtmeceleme bütün dünya halklarının dillerinde var olduğunu D. K. Zelenin ifade etmektedir (Zelenin, 1930:64-70).

  1. Hastalığın kendisinden kaynaklanan renk, biçimine, insana etkisi ve insanda bıraktığı fiziki ve semptomik etkisine göre örtmecelenmiştir. D. K. Zelenin bu şekilde örtmecelemenin yalnız Türk-Avrasya halklarında değil dünyanın birçok halkında da bu şekilde örtmeceleme yoluna gidildiğini dilsel özelliklere dayanarak açıklamaktadır (Zelenin, 1930:66-75). Buna Kırgızca’da ‘barsıldak’, ‘kulapsa’, ‘capayı monçok vb. örtmece sözleri örnek gösterebiliriz. Hastalık anında insan vücudunda boncuk gibi açı veren yumrular çıktığı için bu adlandırma, örtmece söz çıkmıştır. Yudahin ‘capayı monçok’ yujn to, te, çto çeçek piçigilerde capayı monçok çıgıptır[30] diye sözlüğünde vermekte, özellikle güney lehçesinde yujn. (yuejn) göstergesiyle yaygın olarak kullanıldığını ifade etmektedir.

Bu tür örtmece yalnız çiçek hastalığıyla sınırlı değildir. Zamanımıza kadar halk arasında kullanılagelen dilbilimsel ve etnografik bilgiler doğrultusunda örtmece sözlere şu örnekleri verebiliriz:

Kıçıtkı: vücudu kaşındırdığı için gerçek adı kotur: uyuz, küydürgü: küydürgü ya da küygüzüü söyleniş biçimine göre. Gerçek adı kıyma ya da sayma, sarı ooru vücudu sarı renge dönüştürdüğü için gerçek adı sarık, kaltıratma: vücudu titreme sardığı için gerçek adı bezgek, sızdook: vücuda sızılı bir ağrı verdiği için gerçek adı çıykan ya da kötü boş, kızamık: vücut kızıl bir renk aldığı için. Başat adı kızılça vb.[31]

Bu hastalık adlarının hangilerinin yasaklanmış sözler (ilk başat adı), hangilerinin başat adın yerine kullanılan örtmece sözler olduğunu halkın hastalıkları algılama ve bu konudaki inanç ve değer yargıları çerçevesinde ele almaya çalıştık. Bu sözlerin yasaklanmış ve örtmece söz olduğu yaşlı insanların hafızasında hala canlıdır, bugün de dilde kullanılmaktadır.

Genel olarak Türk halklarında yer alan hastalıklarla ilgili tabu- örtmece sözleri, izleri ve geleneğe dönüşen kalıpları tıp terminolojisinde derin izler bırakmıştır (Reformatskiy, 1960:761). Bir hastalığın gerçek adının yerine Latince terimler kullanmaya, korkunç ve tehlikeli olarak kabul edilen hastalıkların psikolojik olumsuz etkisinden korunmak ve tek bir terminoloji oluşturma amacı güdülmektedir.

Halk içinde günümüzde her bir hastalığın birkaç adı vardır. Bunların arasında ilk başat adın, bir başka ifadeyle ilk dil göstergesini yasaklamayla ortaya çıkan örtmece sözleri birbirinden ayırmak gerekir. İkisinin ortaya çıkış süreci ve sebepleri itibarıyla birbirinden ayrılmaktadır. Diğer dil göstergeleri gibi bir nesnenin ya da bir kavramı adlandırma mecburiyeti eski zamanlarda ortaya çıkmışsa, ikincisi ona bağlı olarak ondan sonra şarta bağlı olarak örtmece ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle örtmeceyi zorlama neticesinde bu tür sözcükler yaratılmaktadır. Yüzeysel anlamda ele alındığında ana dilimizde herhangi bir hastalığın başat adıyla örtmece adı ikisi eş nominatif adlandırma görevini yerine getirmektedir. İkisi aynı nominatif görevi yaparken adlandırma biçimi itibarıyla ayrılmaktadır. Bir hastalığın temel adı, doğrudan ve somut adlandırma özelliğini taşırken, örtmece biçimsel ve anlamsal açıdan dolaylı olarak çağrıştırma yoluna gitmektedir. Birincisi söylemeye dil unsuru olarak kullanmaya yönelik yasaklamalar getirmişse, ikincisi örtmece bağımsız yasaklamalara, sakınmalara gerek kalmadan kullanma ve söyleme imkanı sağlar. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi hastalıkları örtmeceleme ilkel toplumlardan bu yana kutlanılmakta ve dilde varlığını sürdürmektedir. Zaman ve sürece dayalı olarak hastalık ve hastalık türlerinin ortadan kalkmasıyla hastalık adına bağı sözcük ve örtmeceler de unutulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla ikisi arasındaki biçimsel ve anlamsal özellikleri birbirinden ayırmak güçleşmektedir. Her bir yasaklama getirilen sözcüklerin uzun asırlar boyu kullanılması ya da nadiren kullanılması onların gide gide unutulup ölü sözcükler olmasına yol açmaktadır. Zaman ve şarta bağlı olarak herhangi bir hastalığın örtmece adı başat adı olarak kullanılmakta, daha sonra bu da yasaklama neticesinde yerini başka bir örtmece söze bırakmaktadır.

  1. Sarılık hastalığına dayalı örtmece sözler hakkında bilgi verir misiniz?

Bu hastalık Kırgız dilinde: sarık, sarı ooru, sarı, sarı kesel, kersarı kel adlarıyla anılmaktadır. Diğer Türk halklarının hemen hemen hepsinde adı geçen hastalığın eskiden beri yasaklanan adının sarık olduğu bilinmektedir.

Sarık adı söylendiğinde hastalık ortaya çıktığı ve onun iyesi adının geçtiği yerdekilere bu hastalığı bulaştırdığı inancı vardır. Bu inanma bugün de özellikle yaşlılarımız arasında güncelliğini korumaktadır. Bu hastalık bir insanda ortaya çıktığında vücut sarı bir renk almakta, dolayısıyla bu hastalığın iyesinin / ruhunun sarı renkli nesne ve varlıklardan hoşlandığı kanaati yaygındır.

Türkmen, Özbek, Kazak, Azerbaycan dillerinde S. Altayev, N. İsmatullayev, A. K. Ahmetov ve H. M. Cabbarov’un doktora çalışmasında sarık / sarılık hastalığıyla ilgili herhangi bir bilgi verilmemektedir.

Kırgız Dilinin Açıklamalı Sözlüğünde sarılık hastalığıyla ilgili örtmece sözler açıkça verilmemiştir. Sarık: ‘Vücudu sarartan, salgın hastalıkların bir türü’ diye tanımlanmıştır.[32]

Prof. Dr. K. K.Yudahin bu hastalık hakkında, Sarık: 2. сев. то же, что сары оору 1) «celtuha», ker sarı kesel, «celtuha»[33] diye açıklamıştır. Sözlüğünde bu hastalığın hangi adının yasaklanmış, hangisinin örtmece söz olduğunu belirtmemiştir.

Sarılık hastalığının başat adının Kırgızca’da var olduğu ve sarık sözünün de yasaklanmış ad olduğunu burada ifade edebiliriz. Kırgızistan’ın kuzey bölgesinde sarı, sarı ooru, güneyde sarı kesel, ker sarı kesel olarak bilinmektedir. Bu hastalığın adlarının etnografik bilgiler ışığında Türk dillerindeki sözcük- anlamsal özelliklerine değinelim:

Bu hastalığı çağrıştıran ‘sarı’ sözünün kullanılışı yalnız Türk dillerinde değil, Avrasya halklarının dillerinde de aynı özelliği taşımaktadır. Alt.: sarı ooru: jeltuha,[34] Yak.: sahadar,[35] sahadar buol, sahadardan: zabolevat jeltuhoy, Başk.: harı: jeltuha, Tat.: sarı ya da sarı avıruvı: jeltuha,[36] sarı bulu, sarı töşü, sarı töşöp avıruvı: zabolevat jeltuhoy, Türkm.: sarı çetirme: jeltuha,[37] sarı çetirmek: zabolevat jeltuhoy, Çuv.: sara çir ya da sara mık< sarı amık: zabolevat jeltuha veya sarakay ya da sara ük jeltahoy,[38] Tuva.: sargarar aarıg: jeltuha,[39] Azerb.: sarılık: jeltuha,[40] Gag.: sarılık: jeltuha[41] ve Türkçe’de sarılık adıyla anılır.

Yukarıdaki örnekleri karşılaştırdığımızda hepsinde ortak sözcük olarak sarı sözcüğü kullanılmaktadır. Kırgız, Altay, Tuva, Çuvaş, Tatar dillerindeki sarı ooru, sarı avıruvı, sara çir, sarmak <sarı + amık adlandırmalarda sarı ve ooru (bazı Türk hallarının dillerinde: emgek, emek, amak, amık ya da çir gibi) adları bir ve aynı birleşik sözcükleri yapan ortak sözcüklerdir. Bazıları tarihi açıdan ele alındığında birleşik sözcüklere dönüşüp emgek, amık, amak sözleri kaynaşıp kısalarak sadece sözcük sonundaki ‘k’ sesi kalarak sarık (sarı+ amık) şekline dönüşmüştür. Bunu Kırgız ve Çuvaş dilindeki sarı sözü ispatlamaktadır.

Sarı sözü ilk etapta sıfat niteliğini taşırken gide gide sübstantivleşerek isim halini almıştır.

Azerbaycan, Gagauz dillerinde sarılık sözündeki –lık ekinin ulanılmasıyla morfolojik sözcük yapım eki olarak adlandırılırken Sahaca’da sahadar, Tuvaca’da sargarar olarak kullanıldığını burada hatırlatmak gerekir.

Bu hastalıktan iyileşip kurtulmak amacıyla hastalık iyesinin sarı rengi hoş gördüğüne dair inancın yanı sıra sarılığa yakalanan hastaya sarı elbiseler giydirme vb. bir takım uygulamalar yapılmaktadır. Hastalığı sağaltmada sarı renkli nesne ve eşyalardan balık, altın vb. faydalanılmıştır.

Sarılık hastalığının iyesinin varlığına inanmanın neticesinde yukarıda yapılan bir takım uygulamalar ve sözün sihirli gücüne dayanarak hastalık iyesini etkilemeye yönelik örtmece sözler kullanılmaktadır.

Bu hastalığın yasaklanan ilk adının artık unutulduğunu söyleyebiliriz. Sarık ya da sarı ooru diye adlandırılışında sözcüksel anlamını göz önünde bulundurduğumuzda bu hastalığın yasaklanmış başat adını bir kenara bırakırsak semptomik özelliğine göre insana etki ettiğini, örtmecesel adlandırma yoluna gidilerek dolaylı yoldan bu hastalığı çağrıştırma yoluna gidildiğini belirtmek istiyoruz.

Bilimler Akademisi, el yazmalar arşivinde konuyla ilgili ayrıntılı araştırma ve bilgiler vardır (G. Nurov, Kirgizskaya narodnaya meditsina inventer № 1638, 147-151 b.)

  1. Sıtma hastalığıyla ilgili örtmece sözler hakkında bilgi verir misiniz?

Sartovlu Velikoruslar, “Sıtma hastalığını”, bir defa olsa bile “Sıtma” kelimesini söyleyen kişiye yapışan ve ona zorluk çektiren bir canlı varlık olarak görürler. Dolayısıyla sıtmayı “sıtma” sözcüğüyle değil, sadece “o” adılıyla anarlar. “O, onu (bir kimseyi) vurdu / sersemletti” dendiği zaman herkes sıtmadan bahsedildiğini anlar. Sıtma hakkında konuşacak kimse, önce mutlaka şunu der: “Sana söyleniyor olmasın!” veya “Burada söyleniyor olmasın!”. Dinleyen kimse ise, hemen “Lânet olsun!” der.

Burada bu tür sihir sözler çok yaygındır. “Sana söyleniyor olmasın!,” sıtmaya söylenmiyor. Sıtma, kendinden bu tür saygısızca anılmasından, başka ortamlarda şu veya bu şekilde dile getirilmesinden dolayı insanların kendisini çağırdığını zanneder. Hastalığın başat adını söyleme, bir bakıma onu çağırma, davet etme anlamına gelir.

Yine “Burada söyleniyor olmasın!” örtmece sözüyle, sıtmayı açıkça kandırmaya yönelik bir çaba ve gayretin olduğunu burada görmek mümkündür. Hastalığın gerçek ismi, “burada”, ‘buradaki kişiler arasında değil’, başka bir yerde, belirsiz bir yerde söylendi, hastalık buraya davet edilmedi. Dolayısıyla sıtma, o belirsiz yeri bulamaz, en azından kendinden bahsedilen eve gelmek için bahane bulamaz. Çünkü, onu “Burada söyleniyor olmasın!” sözüyle herhangi bir şekilde çağrılması, davet edilmesi söz konusu olamaz.

Yine Ruslar sıtma hastalığına (İng. Malaria, marsh-fever. Kırg. bezgek, kaltıratma, Türkiye Türkçesinde: ısıtma, gızdırma, üşütme, bezgek, cıfıt ısıtması, cüfer (cüher), zıngırak, zuhar, cüfer) kutsal hastalık gözüyle bakmış onun direk adını (lihorodka) söylemekten kaçınıp annesi veya yakın bir akrabası ya da kız veya erkek kardeşi, eşi dostu, bazen de çocuğu gibi düşünüp “matuha, matuşka, lihoroduşka, matka, Ukraynalılar: “тiтка”, Beyaz Ruslar: “tstyatsuha,” “tetuşka, voroguşa, dituha, sestritsa, padruga, kuma, kumuşka, kumyuha, dobruha” diyerek gerek biçimsel gerek anlamsal olarak kulağa hoş gelen örtmece sözlerle adlandırmaktadırlar.

Kırgızlarda bu hastalık bezgek, ısıtma, kaltıratma sözcükleriyle adlandırılır. Türk dillerinde hastalığa bağlı olarak tabu ve örtmece sözlerin leksikalık sistemine dayalı dil özellikleri korunmuştur.

Prof. K. K. Yudahin Kırgızca-Rusça Sözlüğünde (M., 1969) Bezgek: malariya, lihoradka, kaltıratma[42]: droj oznov adlarını kapsamakla birlikte hangisinin yasaklanmış hangilerinin de örtmece sözler olduğuna dair bilgi vermemiştir.

Kırgız dilinin açıklamalı sözlüğünde, bezgek: ‘vücudu ısıtıp titreterek sıkıntı veren bulaşıcı hastalık’ diyerek semptomik özelliklerine dayalı tanımlaması yapılmıştır. Kaltıratma eşanlamlı sözcüğüyle eşanlamlı olduğu belirtilmemiştir. Ama ‘titretip bastıran’ diyerek hastalığın en önemli ayırt edici semptomik özelliğinin ortaya çıkmasıyla örtmece söz olarak kullanıldığını burada ifade etmek gerekir.

Açıklamalı sözlüklerde her bir sözcüğün tanımlamasına yönelik bir takım uygulamalar vardır. Bunların en başında da eşanlamlı sözcük aracılığıyla tanımlama yoluna gidilmesidir. İkinci olarak kavramın kendisin farklı kılan en önemli özelliklerine dayanarak sözlük hazırlamada leksikografinin kural ve yöntemlerini burada hatırlatmakta yarar vardır.

Sözkonusu hastalığın başat adı: bezgek Türk dillerinde değişik varyantlarda kendini gösterir. Kaz.: bezgek: malariya, lihoradka,[43] Başk.: bizgek: malariya, lihoradka,[44] Tat.: bizgek: malariya, lihoradka, bizgek totu: lihoradit,[45] Kum.: bezek: malariya, lihoradka,[46] Özb.: malariya, lihoradka,[47] Nog.: bezgek: malariya.[48] Genel olarak Türk dillerinde hastalıkla ilgili tabu ve örtmece sözleri her birinin dil özellikleri yazılı dilde kendini göstermez. Buna rağmen bezgek sözünün söylenmesi yasaklanarak yerine ısıtma, kaltıratma sözleri kullanılmaktadır.[49] Bu hastalığın Özbek dilinde bezgek sözünün yerine terlama, uçinik tumov, şamallagan örtmece sözlerinin kullanıldığını N. İsmatullayev doktora çalışmasında vermektedir.[50]

Söz konusu hastalık adının yerine Türk dillerinde kullanılan örtmece sözlere baktığımızda: Özb.: ısıtma: lihoradka,[51] garyaçka, Türkm.: ısıtma: lihoradka, malariya,[52] Türk.: sıtma: malariya,[53] Yak.: sıstınaah narı: malariya[54]vb. görürüz.

Adı geçen hastalığın kaltıratma örtmece sözü aşağıdaki dillerde yer almaktadır: Alt.: kaltırak ooru: malariya,[55] Tuva: halındır aarıg ya da halındar: lihoradka.[56]

Oğuz grubundaki dillerde: Azerb.: gızdırma: malariya, lihoradka,[57] Türkm.: gızdırma: lihoradka, malariya,[58] Nog.: kızdırma: malariya[59] vb. örtmecelenmektedir

Saha dilinde bu hastalığın örtmece sözleri titiriir, titiriir ıarıı: malariya ya da toñon-titiren ıarıı’dır.[60] Kırgızca’daki titiretme sözcüğüne yakın anlamda kullanılan örtmece sözlerdir. Yakutistan’da hava soğuk olduğu için insanı dondurup titreten hastalık olarak anılması mümkündür.

Türk dillerinde bezgek / sıtma hastalığının başat adının yasaklanarak yerine kullanılan örtmece sözlerin biçimsel ve anlamsal özelliklerini şu şekilde sınıflandırabiliriz:

1.Vücudu ısıtıp olumsuz yönden etkilediği için Kırgızca ısıtma, Özbek ve Türkmence’de isitma, Türkçe’de sıtma sözcüklerle kullanılması ayrı bir grubu oluşturur.

  1. Vücudu büzerek titretip üşütmesinden dolayı Kırgızca kaltıratma, Altayca kaltırak ooru, Yakutça’da titiriir, titiriir ıarıı, toñon-titiren ıarıı vb. kullanılan örtmece sözler.
  2. Verdiği acı ve sızıdan dolayı Nogayca kızdırma, Türkmence gızdırma, Azerbaycanca gızdırma vb. kullanılan örtmece sözler.
  3. Hastalığın yasaklanan adının söylenmemesi nedeniyle kendisini çağrıştıran somut adı söylemek yerine genelleme ifade eden örtmece sözlerin yanı sıra sırkooluu, tumooluu (tumoolop kaluu), ildettüü vb. Buna benzer örtmeceleme Kırgız, Özbek (İsmatullayev: 1964:36) dillerinde de yaygın olarak kullanılmaktadır.
  4. Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugât-it Türk’ünde bu hastalık bezgek: lihoradka, malariya olarak belirtilmektedir. Kök sözcük bez: drojat, trepetat anlamında kullanılmıştır. Bezgek sözcüğünün burada yasaklanmış adı değil de örtmece söz de olabileceğini burada göz önünde bulundurmak gerekir.
  5. Çıbanla ilgili örtmece sözler hakkında bilgi verir misiniz?

Çıban hastalığı Kırgızlarda ‘konok’, ‘kötü baş’, ‘sızdook’, ‘bılcır cara’ gibi sözlerle örtmecelenmektedir. Hastalığın direk başat adı ‘çıykan’: çıban, diğerlerinin ise örtmece çıban adları olarak kullanıldığını K. K. Yudahin şu şekilde belirtmektedir: «в старом быту слово чыйкан старалис избегать, так как, по примете, чыйканды чыйкан десе, тогуздап чыгат, если чирей назвать чирьем, он удевитерится, предпочитали назват конок или былжыр жара –хлопкая боляка. [61] Çıban sözünün örtmecelenmesine sebep diğer hastalık adlarında olduğu gibi halkın hastalığa ve söze bakış açısına bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır. K. K. Yudahin ‘ırba’ azmak, yayılmak sözünün anlamını bu şekilde vermektedir. ‘Hastalığın adını söylediğinde azar, yayılır. Поверя если назвать болезнь ее (настоящим) именем, то она усилится (поэтому часто оспу называют не чечек, улуу тумоо, чирей не чыйкан, сыздоок, тиф-не келте, кара тумоо и.т.д.)[62]

Sözlükte ‘çıykan’ çıban sözüne bağlı ‘sızdook’ çirey (см ырба)[63] ‘kötü baş’ yujn. çirey anlamı da verilmektedir. Sözlükte özellikle çıbanı ‘kötü baş’ diye örtmeceleme, Güney Kırgızlarında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Kırgız tilinin tüşündürmö sözlüğünde çıykan, sızdook sözlerinin anlamları aşağıdaki gibi verilmektedir.

Çıykan: isim, Vücudun herhangi bir yerinde oluşan kızartı, ağrı ve ateşle kendini gösteren irin birikimi şişik. Çıykandan caman ooru cok, anı surar kişi cok (atasözü) ‘Çıbandan kötü hastalık yok, onu isteyen kişi yok.’

Sızdook is., içinde irin olan yumru şeklinde çıkan yara[64]. Görüldüğü gibi bunlardan hangisi yasaklanmış hangisi örtmece söz olduğu gösterilmemiştir. İkisi de başka hastalık adları gibi tanımlanmıştır.

Tıp terimleri sözlüğünde ise hastalık ‘çıykan’, ‘sızdook’ diye ayrılmamıştır.[65]

Türkiye Türkçesinde çıban; Vücudun herhangi bir yerinde oluşan ve çoğu, deride şişkinlik, kızartı, ağrı ve ateş ile kendini gösteren irin birikimi.[66]

Kazak dilinin tüşündürmö sözdügündö: isim, irin ve şişerek çıkan deri hastalığı sızdadık, sızdawık –isim: Vücudu kızartarak çıkan sızılı küçük yara[67] diye verilmektedir.

Diğer Türk halklarında çıban şu şekilde anlamı verilmektedir.

Azerice: çıban. Furunkul, korbunkun, narv. Çirey. Çiban tökmök[68] (çıxarşaq), Başkurtça: sızdauk, çirey,[69] çikan-çirey,[70] Uygurca: çiykan, tıp. Furunkul, çirey, kortunkul,[71] Gagauzca: çıban- çirey, furunkul,[72] Tatarca: çuan- furunkul, çuan çıkan çirey,[73] Özbekçe: çipkon, sizloçik, bolaçka, çirey, prış, [74] Tuvaca: kadaga, furunkul, çirey[75]. Bunun yanı sıra ‘sızdook’ sözü de yer almaktadır. Türkmence: sızlavık, bolaçka,[76] Kazakça: Sızdawık, çirey,[77] Hakas: ss kirıv, furunkul, çirey[78] vb.

Hastalığın genel adı çıykan, sızdook olarak çağdaş Kırgız, Kazak, Tatar, Özbek, Türkmen ve diğer Türk dillerinde yer almaktadır.

Yaşlıların dilinde ve sözcüksel bilgilere dayandığımızda ‘çıykan’ sözü yasaklama getirilen ad, ‘sızdook’ ise onun örtmece adı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bize daha sonraki yaşam şartlarına bağlı olarak tıbbın gelişmesiyle ‘çıykan’ adıyla birlikte ‘sızdook’ ikisi eşdeğerde kullanılmaya başlamış, zamana bağlı olarak da hastalığın iki ayrı türünün göstergesi olarak bazen de aynı hastalığın iki türü olarak kullanılmaktadır. Gençler ise bu hastalığı iki ayrı tür olarak algılamamakta çıykan veya sızdook, hangisi yasaklanmış, hangisi örtmece ad örtmece sözden ziyade ikisini de başat ad olarak kullanmaktadırlar. Örtmece yeri geldiğinde sadece bir inanç ve inanmanın neticesinde değil ahlaki norm ve zorlamaların sonucu olarak da ortaya çıkabilmektedir.

Günümüzde genel olarak Türk dillerinde sızdook sözünün hecesi ‘sız’ ve ‘sıs’ varyantları ayrı bir sözcük olarak dilde varlığını sürdürmemiş ve sözlüklerde yer almaktadır. ‘sıs’ varyantı Hakasça’da ‘s s’: furunkul, çirey[79] anlamındayken Altayca’da ‘sıs’ amata, bol, kostyah» cısta nıt (balet) lomit[80] anlamına gelmektedir. ‘sız’ veya ‘sıs’ sözüne ‘ala’ eklenmesiyle ‘sız+da’ ya da ‘sıs+ta’ eylemi Türk dillerinde değişik fonetik varyantlarıyla kullanılmasının yanı sıra aynı anlamı verir. Örneğin Azerb., Türk.: ‘sızla’ Hakas, Tuva Altayca’da: ‘sısta’, Çuv.: ‘sısla’, Başk.: pızlov, Kaz.: ‘sızdaw’, Kırg.: ‘sızda’ vb. Bunların hepsi tsıt, lomit, balet (o kastyah, mıştsah) anlamındadır.

Kırgızca’da ‘sızdook’ örtmece sözü ‘sız+da fiiline –k yapım ekinin eklenmesiyle ortaya çıkmaktadır. ‘k’ ekinin ilk varyantının önceleri ayrı bir sözcük olup olmadığı konusu ayrı bir meseledir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, adı yasaklanan ‘çıban’ çıykan sözünü Kırgızlar aşağıdaki dört kurala dayanarak örtmeceleme yoluna gitmişlerdir:

  1. Bu hastalığı ‘sızdook’ diyerek örtmeceleme, insan vücudunu sızlatıp ağrıtarak semptomik özelliği ne dayanarak örtmeceleme,
  2. ‘Bılcır cara’, ‘cara’ adıyla hastalığın yine semptomik özelliğine (hastalık esnasında irin, kan çıkması) göre örtmeceleme,
  3. Çıbanı konok adıyla örtmeceleme. Hastalığı saygı, hürmet kutsamanın yanı sıra saygı değer bir misafir gibi gelsin ve gitsin inancıyla örtmeceleme,
  4. Kötü baş diyerek dilek ve temenni amacıyla örtmeceleme. Söz konusu hastalığın vücuda çıkan yerinin ya da çıktığı yeri çağrıştırması amacıyla büyümeden kısa zamanda iyileşmesini ifade etmektedir. Kısacası sözün sihirli gücüyle etkileyip hastalığın gücü azaltma amacı güdülmektedir.

Türkiye Türkçesinde çıbanın değişik bölgelerde seksen beşten fazla adlandırması vardır: a) yıllık, b) yılyarası, c) yamık, ağrı, akak, akca, akşiş, alazlama, alazma, antep çıbanı /halep çıbanı: layşmanoz:, aslançınağı, ayara, baba, baş, başciğez, başlı, başsız, bostancık, börliyen, bulgur püskürtmesi, camba, camra (ı), çakma, çakmaca, çakmak, çalık, çıhma, çıtlık çıbanı, çiçek, çoban, çuban, danaburnu, daylı, depgin (ıı), dorun, fisgil, garagabar, gelin tepmek, gelincik, göğündürme lalesi, göndürme, güzellik, haspa, hıra (ııı), hışirik, hokra, imik boğması, incibar, incitmebeni, indirik, iplicek: 1. yemen çıbanı, kabircik, kan çıbanı, kara çıban, kara kabar ıı, kara mübarek, katik (ı), kaysak(ı), kedi biçiği, kedi daşağı, kedi memesi, it memesi, köpek memesi, kıbık, kılbaşı, kızıl yara, kızıl (v), koğah, kokarca, konak , körçıban, köstebek (selçuk aytar), kuşkuyruğu, morca, muzla, sakat (ı), sazağan, sazak, sazan, sızgan, sızıgan, siğra, süğü, süyü, şark çıbanı, şirpençe: ing. large carbuncle, anthrax: сибирская язва, tatlı yara, tilki burnu, tirnik, topak, tutka, vart , yamık (ıı), yanıkara, yelligen, yenirce, yerdeki, yılçıbanı (yilyarası), yörleğen, yumurcak , zamarıh, zöv vb.

Görüldüğü üzere çıban, Türkiye Türkçesinde en çok örtmece sözlerle anılan hastalık türleri arasında yer alır. Genel anlamda Türk halkı, çıbanı örtmece sözle anarken, söz konusu sözcüklere değişik anlamlar yüklemiştir.

Burada dikkat çeken bir özellik de şudur: Söz konusu hastalığın seksenden fazla sözcükle adlandırma yoluna gidilmesinde o hastalığın o bölge, toplum insanları arasında bu hastalıkla sık sık karşılaşmalarının yanı sıra vücutta derin, iyileşmeyen izler bırakmasından kaynaklanıyor diye belirtmek mümkündür. Dolayısıyla halk arasında saldığı korku çok büyüktür.

Halk arasında özellikle Anadolu Türklerinde çıban hastalığının yerine kullanılan örtmece sözlerin değişik yakıştırma, benzetme (başka bir hayvana, organlara vb.), ululama, vb. çok yönlüğüyle dikkat çekmektedir.

Çıban’la ilgili hayvan adları ya da hayvan organlarını anımsatan örtmece sözcükler: 1. Aslançınağı: , 2. Danaburnu: Parmakta çıkan çıban, 3.Kuşkuyruğu, Büyük çıban, 4. Tilki Burnu, 5.Kedi Biçiği, Kedi Daşağı, Kedi Memesi, İt Memesi, Köpek Memesi: Koltuk altına çıkan çıban, 6. Kokarca: Ciltte pis koku bırakıp çıkan çıban, 7.Gelincik: Yüze çıkan çıban, 8. Köstebek

Hürmet etme, nazlandırma: 1.Süğü: Çıban, 2.Süyü: Çıban, 3.Bostancık: Çıbana benzer, büyükçe şişlik, 4. Yumurcak: İyileşmeyen çıban, 5. Kara Mübarek, 6. Tatlı Yara: Yüze yayılarak çıkan çıban, 7. Gelincik:Yüze çıkan çıban, 8. Baba: Hiç iyileşmeyen çıban b) Koyun ve insanların akciğerlerinde olan bir hastalık, c) Erkeklik organı, 4. Cüzzam, 9. İncibar: Çıbanın bir türü

İnsan sıfatı verilen örtmece sözler: 1.Gelincik: Yüze çıkan çıban, 2. Çalık: 1. Yara, çıban izi, 2. Kadının aşermesi hakkında, 3.Renksiz, kansız kimse, 4. Sıska, kuvvetsiz, 5. Deli, delimsi, 3.Sakat: a) Çıban ya da yara kabuğu, b) Saçkıran hastalığı, 4. Çoban: Çıban, 5. Çuban: Çıban

Kötü, hoş görmemek: 1. Haspa: Çıbanın bir türü, 2. Kokarca: Ciltte pis koku bırakıp çıkan çıban vb.

Renk bildiren örtmece sözler: 1. Kızıl Yara:, 2. Kızıl:, 3. Yanıkara: Kötü çıbanın bir türü, 4. Kara Çıban: Yakma: Yakıcı çıban, 5. Akca: Daima akan çıban, fistül, 6. Akşiş: Boyunda çıkan bulaşıcı bir çeşit çıban vb.

Bölge ve yer adını anımsatan örtmece çıban sözcükler: 1.Şark Çıbanı, 2. Antep Çıbanı, Layşmanoz: Antep çıbanı, 3. İplicek: 1. Yemen Çıbanı: Boğazda çıkan çıban, 4. Kaysak: Yara, çıban kabuğu

Diğer varyantları olan örtmece çıban sözü: 1. Ağrı: a) Soğuktan ileri gelen bir çeşit hastalık, b) Yara, çıban gibi hastalıklara verilen ad, c) Tifo, 2. Çalık: 1. Yara, çıban izi, 2. Kadının aşermesi hakkında, 3.Renksiz, kansız kimse, 4. Sıska, kuvvetsiz, 5. Deli, delimsi, 3.Topak: a)Kabakulak, b) Bir çeşit çıban, 4. Sakat: a) Çıban ya da yara kabuğu, b) Saçkıran hastalığı, 5. Sazağan: a) Küçük kan çıbanı, b) Sivilce, çıban, ergenlik, 6.Kızıl: a)Akciğer, b) Kasıkta çıkan bir çeşit çıban, 7.Topak: a) Bir çeşit çıban, b) Kabakulak, 8. Alazlama: a) Yüzde ve vücutta çıkan çıbanlar,kızartılar, b) El, ayak ve yüzün kızarıp şişmesiyle meydana gelen hastalık, yılancık, 9. Baba: çıban, b) Koyun ve insanların akciğerlerinde olan bir hastalık, c) Erkeklik organı, 4. Cüzzam, 10. Konak: 1.Saçtaki kepek, 2.Küçük çocukların başlarındaki kepek tabakası, 3.Deri üzerinde kalan çıban ya da çiçek hastalığı izi, 4.Yaraların sert kabuğu vb.

Çıban çıkan hastayı sağaltmaya yönelik inanç ve uygulamalar Anadolu Türklerinde bölgelere farklılıklar gösterdiği gibi birçok yönden ortak özellikler de gösterir.

İyi edilen hasta büyük ise, iyileştikten sonra üç rek’at «şükür namazı» kılarsa, bir daha hiç bir yerinde çıban çıkmazmış. Bu iyileştirme sonunda «el hafifliği» adını verdikleri para alınır. Bu paranın mutlaka alınması gereklidir.

Enlik denilen yabani bir ot suda kaynatılır, reçel kıvamına gelince sadeyağ ile karıştırılır. Hastaya her sabon aç karnına yedirilir. Böylece hazırlanan enlik, çıban ve yaraların sağlatmasında da kullanılırdı.

Sarımsağın çıkmaya başlayan bir çıbanın üstüne ezilerek sürütüp bağlanırsa, çıbanı bu evrede yok ettiği deneyler sonucu anlaşılmıştır. Çıban olgunlaşınca bıçakla yarılır, üzeri yağlı bağ yaprağı ile kapatılıp sarılır.

Başsız çıban olarak bilinen ‘körçıban’ın tedavisinde fındık tartılmadan veya sayılmadan yakılır. Külü kavrulup yaraya sarılır. Zeyrek tohumları dövülüp yaraya sarılır. Pestil sarmak da iyi gelir. Diğer çıbanlardaki ilaçlar aynen tatbik edilir. Büyük çıbanlar özellikle hastalara çok acı veren kör çıbanların en etkili ilacı ebe kömesi lapasıdır. Katran yedi defa su ile yumurtanın sarısı ile karıştırılır, macun şeklini alınca çıbanın üzerine sürülürse 2 – 3 günde çıbanı deler ve şifa buldururmuş.

Müşteviye çıbanı (Kalça çıbanı): Koyun ve öküzlerden tutulan kene hayvanı şeker, sabra maddeleri karıştırılır, macun şeklini alınca çıbanın üzerine sürülürse iyi edermiş.

Sülük vurmaya çıban ve basur tedavisinde, göz ağrılarında da başvurulur. Bunun için çıbanın yanlarına, Basur memelerinin özerine yapıştırılır. Göz ağrısında duluklara (şakaklara) yapışmaları sağlanır. Bu işlerde üçer sülük kullanılır. Sülük vurulan yere hiç bir şey sürülmez.

Meselâ, kan çıbanı çıkan bir kimsenin çıbanını erdirmek için bir baş soğanı sıcak küle gömüp hafifçe pişirirler, sıcak sıcak yaranın üzerine koyar ve bezle bağlarlar. Bir kaç defa değişince yara ermiş olur. Sonra üzerine lokum bağlanır, bazen da lokum üzerine, dövülüp tülbentten geçirilmiş cam tozu ekilir, öylece yara üstüne kapatılır. Yara delindikten sonra da işletmek için bağ, dut ve lahana yaprağı gibi büyük yapraklarla üstünü sarar ve sık sık değiştirirler.

Yılan kılıfı bütün olarak kapanmayan çıbanların üzerine konulursa iyileşmelerini sağlar.

Herhangi bir yerinde yara veya çıban çıkan biri mutlaka “Yakı çıkarana” gider. Kendini okutturur. Okuyacak olan yaranın üstüne oturtur. Yaralı yarasını açar veya açtırır, veya hocaya yani okuyana o tarafını döner. Okuyanlar daima kadındır. Yakı umumiyetle kadınlar tarafından okunarak çıkarılır. Bir parça ekmek koparır, o ekmeği yaralının başı üzerinden geçirir. O da “Yakı çıkarıyorum” der. Bu dokuz defa tekrarlanır, iş bitince üç defa ekmek parçası üzerine, üç defa da yaralı üzerine tükürülür. Buna yakı çıkarmak denir. Eğer hususi yapmış olduğu bir ilâç varsa yara üzerine sürer veya bir kâğıt içine biraz koyup sürülüşünü tarif eder. Bu iş bitince hastayı getiren tarafından bir bahşiş bırakmak âdettendir.

Temiz bir tarlanın, gün ışığı görmemiş yerinden temiz toprak alınır. Bu toprak, ay ışığı altında sabaha yakın bir zamanda alınır. O çıbanların merhemidir. Bir kaba toprak konur. Sağ elin işaret parmağı ile toprak, su ile karıştırılır ve çamur yapılır. Bu çamur çıbanın üzerine sürülür. Çamur sürülürken «Kulhuvallahü» (İhlas suresi) bir «el-ham» (Fatiha suresi) okunur. Henüz ay hali olmamış fakat konuşabilen bir kız çocuğuna, çıbana el sürdürülmesi sağlanır. Bundan sonra çıban bir bezle bağlanır. Hastaya acılı yemekler, bulgur pilavı, yoğurt, süt gibi yiyecek yememesi tembih edilir. Ayrıca, iyi oluncaya kadar yıkanmaması istenir.

Çıban bu işlemlerden sonra üç gün içinde iyi olur. Ancak, ocaklının çıbanı iyi ederken iğrenme ve tiksinme belirtileri göstermemesi gerekmektedir.

Kars ilinin Çakmak köyünde yılanlı ziyareti, Soseget köyünde ise yılancık ocağı vardır. Çıbanları, yılancık türünden yaraları ve daha başka deri hastalığı olanlar buralara geldiklerinde iyileşirlermiş. Sivas’daki yılanlı çermik vücut yaralarında, çıbanlarda ve sivilcelerde kullanılıyormuş. Bu çermikte yıkanıp yaralarını yılanlara emdirenler iyileşiyorlarmış.

  1. Kızamıkla ilgili örtmece sözler hakkında bilgi verir misiniz?
  2. K. Zelenin, Ruslar arasında kızamık hastalığının rüzgar ve fırtınanın etkisiyle ortaya çıktığını, çeromnuşki – kızıl renk; çeremitsa – kırmızılık; “Черемица Степановна баженая гостьица, не обидь-ко у меня Ванюшку” Stepanona (kızamık), sevimli misafir, benim Vanyuşka’mı (erkek çocuk ismi) üzme’ der (Zelenin, 1930:70).

Yakutlar da, kızamık, kızılca (kızamık)hastalıklarını anneli kızlı hanımlar vasıtasıyla yayıldığını düşünerek onların gerçek adını kullanmak yerine “atsii” (teyze), “njapı” (vekil anne) veya Rus dilinden alınan “matıska” (matuşka ) veya (babaanne: anneanne) gibi alıntı sözcüklerle, bazen “kini” (o) örtmece söz görevinde adıl, ya da Rusça “ospa” sözcüğünün Yakut dilinde fonetiksel değişimiyle “uospa” sözcüğünü kullanmaktadır.

Halk arasında “kızılca” (kızamık) (İng. Measles, rubeolo: Fr. Rougeolo, Kırg. kızılça, Türkiye Türkçesinde: çörçük, gevirci , ilmece, imece, kıranbığ, kızanbığ, kızılca III, kızılcık I, köme, (IV), paryandı) hastalıklarıyla çiçek hastalığını birbirinden farklı düşünülmemesi nedeniyle örtmece sözleri genellikle benzerlik göstermektedirler. Örneğin Altay Türkleri çiçek gibi kızılcayı da “konuk” veya “anne” diye adlandırırken Yakutlar da bu hastalığı “matıska” (anne) diye kullanırlar. Yakutlarla Altay şorları kızılca hastalığını bazen “kuvor” (kor) Rus dilinden alıntı sözcükle karşılanmış Yakutlar bunun yanı sıra “kızba” (sıtma) hastalığının yerine Rusça’daki anlamı taşıyan “küvöraçiki” (gorçka ) sözünü örtmece söz olarak kullanmaktadırlar. Abakan Türkleri de süzek (kara humma: tifo) hastalığını çiçek ve kızılca gibi “konak” (konuk) ya da “ana” (anne) adıyla anmaktadırlar.

Türkmenlerde kızamık hastalığının süresi kırk gündür. Bunun yirmi gününe ‘kızamığın çıkarması günü’ diğer yirmi gününe ‘kızamığın batması günü’ derler.[81] Örneğin Saratov Velikarusları sarılık hastalığını (безгек) canlı bir varlık gibi düşünüp “lihorodka” denen gerçek adını kullanmaktan kaçınarak yerine “ana” yani, “о” sözcüğünü kullanırlar. Çuvaşlarda hastalıkları ortaya çıkaran “uzal” veya “hayar” adlı cin ve periler olduğunu düşünerek onların adlarını ağızlarına almazlar. Ruslarda çiçek hastalığının adı olan “ospa” sözcüğünü doğrudan söylemekten kaçınıp yerine genellikle “gostya,” “gostnitsa” (konuk, misafir), “matuşka” (anne), “babuşka” (anneanne, babaanne), “tötuşka” (teyze), “kumuşka” (vekil anne) gibi örtmece sözler kullanılır.

Yeri gelmişken kızılca hastalığının adını direk kullanmayıp örtmece sözle adlandırma diğer halklarda da mevcuttur. Aşağıdaki örnekler bunu açıkça ortaya koymaktadır. Бытовые русские названия кори: краснуха, т. е. красная; черемушки, мн. – по черемному, т. е. красному цвету; черемица, «Черемица Степановна, баженая (желанная) гостьица, не обидь-ко у меня Банюшку.

Halk arasında bu hastalığın adı yaygın olarak kızılça diye bilinmektedir. Kızamıkla ilgili Kırgızca’da kızamık, kızılamık, kızıl, kızıl ooru, kızıl köynök örtmece sözleri kullanılmaktadır. Türkçe’de ise çörçük, gevirci, ilmece, imece, kıranbığ, kızanbığ, kızılca III, kızılcık I, köme \ köme (IV), paryandı olarak halk dilinde yer almaktadır. Halk arasında çiçek ve kızamık hastalığı birbirine yakın olduğu için her iki hastalığı sağaltmaya yönelik folklorik tıp uygulamaları ve boş inançlar aynı özellikleri gösterir.

Buna rağmen çiçek hastalığının korkunç yüzü daha baskın gelmekte çoluk çocuk demeden göçebe halk arasında yayılması halk üzerinde derin etkiler bırakmaktadır. Eskiden halk içinde bu hastalığı iyileştirmeye yönelik ilaç vb. tedaviler men edilmiştir.[82] Bu şekilde yapıldığında hastalığın iyesinin gazabına uğranacağı, hastalığa yakalanan şahsın hemen öleceğine inanılırdı. Dolayısıyla hasta insan toplumdan tecrit edilerek ayrı bir yerde gözetim altına alınmış ve hasta olduğuna dair bilgi de verilmemiştir.

Çiçek ve kızamık hastalığının ortaya çıkışı sebep sonuçları itibarıyla ortak özellikler taşıması nedeniyle bazen ikisi aynı sözcüklerle örtmecelendiği konusunda D. K. Zelenin ayrıntılı bilgi vermektedir (Zelenin, 1930:80).

Hastalığın ‘kızılça’ ya da ‘kızamık’ adıyla Türk halklarına yayılmamıştır. Kıpçak grubundaki dillerde ‘kızılça’ sözü daha yaygın kullanılmaktadır. Bu şekilde adlandırılmasında hastalığın ortaya çıkışındaki bedende bıraktığı iz ve biçimine dayanmaktadır. Çünkü bu hastalığa yakalanan insan bedenen kızıl rengini almaktadır.[83]

Eskiden hastalığın iyesine sığınmak için hastalara tereyağı eritilerek içirilmiştir. Halen de çocuk hastalandığında vücuduna yağ sürüp içirilmektedir. Hastalıktan bir an önce kurtulmak için üzerine kızıl renkteki yorgan çarşaf örtülmekte ya da kızıl gömlek giydirilmektedir. Bu yalnız Türk halklarında değil Avrasya halklarının çoğunda vardır. Söz konusu hastalık Özbek halkında da kizil kuylåk (İsmatullayev, 1964:38) sözüyle örtmecelenirken Kazakça’da da qızıl köylek diye örtmecelenir. Yine Avrasya halklarında da bu şekilde örtmece sözlerle bu hastalık adlandırılma yoluna gidilmektedir. Slavyan dillerinde kızıl sözüyle örtmecelenir. Rus dilinde krasnuha, çeremuşka, çereşitsa sözcükleriyle halk dilinde ‘kızıl’ anlamında sözcüklerle anılmaktadır.

Kırgız dilindeki özelliklerine baktığımızda kızılça, kızıl ooru adları Kırgız halkında yaygın bir şekilde kullanılır. Kuzey ve güney diyalektlerinde kızamık adı bilinmekle beraber güney diyaleğinde, kuzey diyaleğine nazaran kullanımı daha yaygındır. Bunun sebebinin de Özbekçe’nin etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.

Tiyan-Şan Kırgızlarında, Isık Göl ağzında bu hastalık ‘kızıl’ sözcüğüyle anılır. Yazınsal metinlerde ya da tıp kitaplarında halk tarafından bilinen adı kızılça, kızamık olup birbirinden ayrılmadan eşanlamlı sözcükler olarak kullanılıp yasaklanmış adıyla örtmecelenmiş adı göz önünde bulundurulmadan beraber kullanılmaktadır. Örneğin: Kızamık beş yaşına kadarki çocuklarda görülen bulaşıcı hastalık (kızamık tıpta ‘kor’ diye bilinmektedir) çok eskiden beri halkın çok yakından bildiği bir hastalık türüdür. Özellikle çocuklar bu hastalığa çok yakalanırlar. ‘Kızılça oorusu kabıldap ketet’ diye kızamık hastalığı kabul etmekte makul görmekte denilir. Hastalığın ilk başat ve yasaklanan adının hangisi olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’un sözlüğünde kızamık kor [84] (MK 1528) ve Turfan metinlerinde kızlamık (2) ‘kor’ adı yer almaktadır. Yalnız burada başat adının ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi yoktur.

  1. K. Yudahin bu hatalığın özelliklerini sözlüğünde şu şekilde vermiştir: 1. «кызылча» свекла, 2. мед. корь; кызамык мед. краснуха»[85]. Burada da hangi dil göstergesinin hastalığın başat adı hangilerinin örtmece söz olduğu konusunda bir bilgi yoktur. Yalnız genel anlamda (çıban, çiçek, sarılık vb.) hastalıkları birbirinden farklı kılan semptomik özelliklere dikkat çekilmiştir.

Kırgız dilinin açıklamalı sözlüğünde: kızamık: зат.Vücutta kızıl noktalar şeklinde çıkıp nefes alma yollarında rahatsızlık, acı veren çocuklara yönelik salgın hastalıkların bir türü. «Kızılça: 2. is. Kızamık, kızamık hastalığı» diye verilip birincisinin ikincisiyle eş anlamlı sözcük olduğu belirtilmektedir.[86]

Kazak dilinin sözlüğünde kızılça: cvekla; kızılşa // kor» [87]diye verilmektedir. A.K. Ahmetov biri bu hastalığa yakalansa gerçek / başat adını söylemekten kaçınıp qızıl köylek sözüyle örtmecelendiğini ifade etmektedir (Ahmetov, 1964:8-9).

Bu hastalığın Kazak, Kırgız dilinde yasak koyulan adına tamamıyla zıt olan yaklaşım Özbek dilinde yer almaktadır. Özbekçe’de bu hastalığın şu an halka arasında yasaklanan adı kızamık olup yerine Özbek diyalektlerinde kızılça, gül, oymama, hoymama, karamuk, kizil kuylak gibi örtmece sözlerle anılmaktadır.[88]

Özbek dilinde söz konusu hastalığın yukarıdaki adları birbirinden ayrılmadan kizilça: krasnuha (bolezn), kizamik: ‘kor’ diye verilmektedir. N. İsmatullayev, bu hastalık ortaya çıktığında kizamik adına yasak koyulduğu için kizamik çıktı diye doğrudan söylemek yerine o çocuk hakkında kizdiribdi sözüyle örtmeceleme yoluna gidilmektedir (İsmatullayev, Avtoref., 1964: 8).

Örneğin: kizamık (kızamık) sözü Taşkent’te gul (gül) Гул (Gül) sözü aslında “tsvetok” (çiçek) anlamında olup, ikinci anlamı kızamıktır. Sırderya bölgesinin Cizzah İlçesinde gul, oymoma, hoymoma, Surhonderya bölgesinin Şurçi, Guzor ilçelerinde gul, kizilça, gulmoma, hayoymoma, Harezm bölgesinin Honka ilçesinde bolani kizdiribdi gibi iki sözcükle birlikte kullanılmaktadır. kizilça / скорлатина /, Harezm Bölgesinin Gurlan ilçesinde koramuk, Sırderya Bölgesinin Gülistan ilçesindeki Özbeklerde kizil kuylak sözüyle çeçak / ospa / sözü gul ve gulmoma sözüyle kullanılmaktadır.

Sil; Tüberküloz / sözü Karakalpakistan’ın Turtkul ilçesindeki bazı Özbeklerde upka kasali sözleriyle, Surhanderya’nın Yakkabov ilçesinde dardlik kişi, uzun ogrik birleşik sözcüklerle, Harezm’de upka sözüyle, Gurhan, Ürgenç, Hiva, Hokad’da uzak sözüyle karşılanmaktadır.

Kuydurgi / Сибирская Язва / Surhondarya Bölgesinin ilçelerinde Yõman yara, toşga çikkir, çuçuk kumir, yahşi yara, haligi yara, boyagi yara gibi sözcükler kullanılmaktadır. Kuydirgi çikibdi yerine moynogi çikibdi // baynogi çikibdi// habaynogi çikibdi gibi sözler dilde yer almaktadır

Bugma / difterit /tomog agrik, teppa bolibdi, hurazak/ Surhandarya’da, hurazak Harezm’de kullanılmaktadır.

Okma / kostoeda / Harezm’de hannazil sözüyle değiştirilmektedir.

Pes sözü Taşkent’te ok /ok tuşgan sözüyle, Turtkul’da badan, ok / ok oçibdi, buzulibdi sözleriyle, kal sözü Surhandarya’nın Guzor ilçesinde boşi yara, bek, kuçkor, yozi gibi sözlerle, kar / garant / sözü kulogi ağır sözleriyle değiştirilerek kullanılmaktadır.

Kur sözü Harezm’de mıta, başka ilçelerinde kuzi ociz, ociz, kori sözleriyle değiştirilip kullanılmaktadır. Kori sözünün kurlara oranla ihtiram anlamında kullanılmaktadır.

Bezgak, terlama gibi hastalıkları uçinik, tumov, şamollagan gibi örtmece sözlerle, içburuk hastalığı korin ogrikve yuragi ogrik sözleriyle kullanılmaktadır.

Psikolojik hastalık ve rahatsızlıklarla ilgili olarak cinin sözünün yerine beboş, tentak, savdoyi örtmece sözleri kullanılır.

«Saida aytmadi gapni çalgitdi çunki meni savdoyi dalang bilan taşlab ketasinmi dep yıglaydi degen hayalga bordi. (A. Kahhar, Sinçalak) (Saida söylemedi, lafı geveledi. Çünkü, beni bu kara sevda derdiyle bırakıp gidiyor musun diye ağlarken hüzünlendi.»

Cinni yerine tukson tukkiz, bir kam, sal talba, akli va miyasin tark etgan, esi kamrok gibi deyim kalıbında ifade edilmiştir.Harezm’de oşkin kullanılmaktadır.

Bu hastalığı çağrıştıran Sibirya’daki Türk dillerinde genellikle Rusça: kor ya da fonoteksile değişme sonucu ortaya çıkan varyantları ( Hak.: kuör) kullanılırken diğer Türk dillerinde kızılça ve kızamık örtmece sözleri daha yaygın kullanılmaktadır. Örn.: Azerb.: gızılça,, Kaz., Nog.: Karakalp.: kızışla, Başk.: kızılsa : kor, Özb.: kizamik, Türk.: gızamık, Çuv.: kasamık (kısamık), Gag., Kum.: kızamık, Tat.: kızamık (ya da kızılça, diyalek.: kızamık[89]. Kızılça, kızamık sözleri ‘kor’ anlamını vermektedir. Bu hastalığın Uygur dilindeki kizil ve Kırgız dilindeki kızıl adlandırmaları Çuvaş dilindeki herle: kor’ ye ve kızıl sıfatıyla örtüşmektedir. Onlar daha sonra yukarıdaki gibi hastalığın adına dönüşmüş bir isim haline gelmiştir.[90] V. G. Egorov, Türk dillerinde kısamık sözünün değişik varyantlarını ele alıp kızıl ve amık sözcüklerinin birleşmesinden meydana geldiğini aşağıdaki gibi izah etmektedir: Çuvaş dilindeki kasamık (kızamık) diyal. ‘kor’ sözcüğünün etimolojisini araştırmış, sözcüğün kızıl+amak (amık) iki sözcüğün birleşmesinden meydana geldiğini ifade eder. Ayrıca bu sözcüğün Çuvaş dili ve Tatar dili kaynaklı olduğunu savunur.[91] Türk dillerinde kızamık sözcüğünün fonetiksel varyantlarına da değinip kızıl ve amık sözcüklerinin birleşmesiyle ortaya çıktığını izah eder.[92] Eski zamanlarda amak sözcüğü ‘hastalık’ anlamında kullanılmıştır. Şu an ise bu şekilde kullanılmamaktadır. ‘Amak’ sözcü açamak (aça amake : после родовая горячка, тытамак падучая эпилепсия: касямак корь, краснуха; сарамак желтуха adlı birleşik sözcüklerin ikinci bileşenini oluşturmaktadır. Türk yazılı eserlerinde amgak: muçenie, tyagota anlamını verirken şimdi Uygurca’da emgek: trud, rabota, Çuvaş dilinde bu sözcüğün tarihsel gelişimine dayalı olarak emgek: tüyşük, ubara, sıkıntı çekmek, hastalık, azap görmek anlamını kazanmıştır. Emgek sözcü gide gide amak // amık biçimine dönüşmüştür. Moğol dilinde de emgek: bolezn, nedug: povrejdenie, uveçe, peçal, ckobr anlamını vermektedir. Kızamık biçimi uzun yıllara dayalı kullanılmasına bağlı olarak birinci bileşen kızıl sıfatının ikinci hecesindeki ı ve l seslerinin birinin düşmesiyle kızlamık // kızamık biçimini almıştır. Hastalığın kızamık ya da kızıl ooru adları Kırgız dilinde de aynı şekilde sözcük türetme kuralları çerçevesinde ortaya çıkması, leksikolojik sisteminin bir olduğunu göstermektedir. Kızamık sözcüğündeki kız ilk kızıl sözcüğünün kısalmış varyantı olarak kabul ettiğimizde kızıl ooru daki kızıl birinci bileşeninin sıfat sözcüğünün niteleyici, amık sözcüğünün de nitelenen sözcük olduğu görülür.

Leksikolojik anlamına göre kızıl ve ooru sözleri birbiriyle eşanlamlı olup, hastalığın ikinci bileşeninde ikisi aynı hastalığın dil göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ooru (hastalık) şimdi kendince bağımsız anlamlı sözcük olması dolayısıyla ayrı yazılırken, amık şimdi önceki anlamını yitirdiği için birinci bileşeniyle birleşerek birleşik sözcük oluşturmaktadır. Hastalığın kızıl ooru, kızamık adları iki sözcüğün forkatik morfemin birleşmesiyle ortaya çıktığı görülmektedir. Birinci bileşeni kızıl ve kız (kızıl sözünün kısaltılmış biçimi) niteleyen, ikinci bileşeni nitelenen olması nedeniyle analitik sözcük türetme kuralları gereği birleşmesinden ortaya çıkmaktadır.

Türk yazıtlarında ‘ayangak» ekine, tyagota anlamını verse, çağdaş Uygurca’da emek, nüyşük, ubara anlamında kullanılmaktayken, daha sonraları kıynaluu, hastalık, azap, sıkıntı çekmek anlamına dönüşmüştür. Emgek, emek, gele gele amak, anık sözcüğüne dönüşmüştür. Moğolca’da emgek; bolezn, nedug: pobrejenie, uveçe, peçal, ckoro anlamını vermektedir.

Bu sistem ve sözcük kurallarına dayanarak kızılça adı da üretilmiştir. Kızılça sözcüğünün son hecesindeki –ça // -sa // -şa ekleri Türk dillerinde şu anki biçimsel özellikleriyle örtüşmektedir. Kırgız-Türk dillerinde hastalığın kızılça diye adlandırılmasında onun son hecesinde kaynaşan ya da ikinci bileşeni –ça biçimi Orta Asya, Kazakistan ve Sibirya’daki Türk dillerinde eski dönemlerde bağımsız anlamı ve ayrı bir sözcük olma özelliğini kaybetmiştir.

Volga boyundaki Türk dillerinde buna yakın sir, çir bu tür varyantlarında bağımsız anlamı olan sözcük olup hastalıkların adlarının da onların ikinci bileşeni olarak da kullanılmaktadır.

Örneğin Çuvaş dilinde: sara çir ya da saramık (sara+ amık: jeltuha) anlamını vermektedir.[93] Çuvaşça çir ya da amak sözcüğüne Kırgızca, Altayca, Tuvaca, Tatarca: ooru a (hastalık // aarıg avırdı) Türkm.: getirme sözü eşdeğer olup bunlar kendi aralarında eşanlamlı sözcükler oluşturmasıyla bu hastalığın bileşenlerini oluşturmaktadırlar. Çuvaş dilinde çir, Başk.: sir; bolezn, hvor, hvoroba,[94] Tat.: çir razg. «hvor», «hvorova», «bolezn», «nedıg»[95] varyantları ortaya çıkmaktadır.

Çir // sir varyantlarının ortaya çıkan dilsel özellikleri Kırgız dilinde de kendince anlamı olan zır sözcüğünde yer almaktadır.[96] Kırgızca- Rusça sözlükte zır: подражательное слова: жүрөгүм зыр дей түштү же жүрөгүм зыр эте түштү, у меня сердце екнуло türemiş sözcüğü zırkıra: «мозжить, сильно болеть»: башым зыркырап ооруйт, эмчеги зыркырайт örnekleri verilmektedir. Bu sözcüğün sır fonetik varyantı Kırgız dilinin kuzey diyaleğinde (s çıl ağızlarında) kullanılıp zır formasını vermektedir ve bundan çok sayıda sözcük türetilmiştir.

  1. K. Yudahin, Kırgız dilinde sır sözünden türeyen sırka: hrovat, sırkak: hrovıy, sırkoo:[97] 1. bolezn, hvor; 2. bolnoy hvorıy; sırkoloo :bolet, hvorat ve çırnıkta» nedomogat, zabolevat adlı benzer sözlerin kullanıldığını ifade etmektedir. Ozan A. Berdibayev’in ‘Bala’ (çocuk) şarkısında: ‘bala sırkaca’(sırkooloso) mısrasını da burada hatırlatmak gerekir.

Kırgız dilindeki çır, sır sözleri de Volga boyundaki Türk dilinde yer alan çir, sir sözcüklerindeki gibi ilk kök sözcüklerin varyantlarını oluşturmaktadır. Birincisi tek heceli kökten olmaları, fonetik benzerlikleri, ikincisi bu dillerde leksikolojik anlamlarının aynı olması, üçüncüsü bu hastalık adının iki sözcükten oluşan bileşeninin ikinci bileşeni olması Türk dilinde aynı sözcük türetme kurallarına uygun olarak ortaya çıkması leksikolojik sistemini göstermektedir. Bu nedenle Türk dillerinde kızılça sözü hastalığın göstergesi olması diğer göstergelerin de olduğu gibi kızıl sözcüğünün sıfat olması eski zamanlarda ayrı ve bağımsız kullanılan bir sözcüktür ve hastalık anlamını veren çır, sır, sir sözcükleriyle birleştiği görülmektedir.

Kısaca söylemek gerekirse kızılça sözünün eskiden birleşik sözcük olarak ortaya çıktığını göz önünde bulundurduğumuzda daha öncesinde kızıl çır // kızıl çir olarak dilde yer aldığını burada ifade etmek gerekir. Gide gide ikinci bileşenin sonundaki r sesinin düşmesiyle kızılça biçimine dönüştüğü görülmektedir.

Bu şekilde kızıl sözcüğüyle bu hastalığın örtmecelenerek, sözün sihirli gücüne dayanılarak hastalığa ve hastalık iyesine etki etme inancı kendini göstermektedir.

Kısaca hastalığın dil özelliklerini tarihi açıdan gelişiminde şimdi bir kaç adının ortaya çıkması ve onların şu anki halkların dilinde yaşadığı açıkça görülmektedir.

Bu hastalığın en eski devirlerde yasaklanan adının uzun bir sürece bağlı olduğunu göz önünde bulundurursak bunun halkın dilinden ve hafızasından kaybolup gittiğini belirtmek gerekir. Dolayısıyla Kırgız dilinde kızılça, kızamık, kızılamık, kızıl, kızıl köynök, kızıl ooru adlarıyla örtmece sözler yer almaktadır.

Kırgızca’da da kızamık sözü: iki sözcüğün birleşiminden oluşmaktadır. Birinci birimi kızıl sözünün ikinci hecesindeki ‘ı’ ve ‘l’ sesleri düşüp kız hecesinden sonra ikinci birimi (amık)‘yle birleşip hastalığın (kızamık) adını almıştır ve amık sözü leksikalık anlamından ayrılıp ayrı bir sözcük olarak algılanıp kullanılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kırgızca’da kızamık, kızıl ooru (ikisini örtmece söz olarak almak mümkün) sözleri eşanlamlı sözcükler olarak dilde yer almaktadır.

Sözcük türetmenin yukarıda örneklerinin (kızıl +amık =kızamık temelinde) bu hastalığın kızılça adıyla ortaya çıktığı görülmektedir. Kızılça sözcüğünün son hecesindeki –ça, -sa, -şa ekleri değişik Türk dillerinde şu anki formata dönüştüğü görülmektedir.

-Ça formatı Orta Asya’daki, Kazakistan’daki ve Sibirya’daki Türk dillerinde eski zamanlarda leksikal anlamı veren başlı başına bir sözcük olarak kullanılırken dilin sonraki dönemlerinde bu özelliğini yitirip sözcüğün bir bölümü olarak kullanılmaktadır. Volga boyundaki Türk dillerine geldiğimizde – ça formatının değişik varyantlarının (sir, çir) gibi iki formatı vardır:

  1. Onlar tek başına sözcük olarak kullanılmaktadır.
  2. Birleşik sözcüklerde ikinci birimi olarak da yer almaktadır. Örneğin Çuvaşça’da sara çir ve saramık, sara anık: celtuha anlamını verir. Çuvaşça çir ve amak sözü Kırgızca, Altayça, Tuvaca, Tatarca: ooru aarıg avırdı, Türkmence’de getirme anlamını verir. Bunlar eşanlamlı sözcükler olmasının yanı sıra söz konusu hastalıkların birimlerini oluşturmaktadır. Çuvaşça çir, Başkurtça: sir, bolezn, hvor, voroha, Tatarca: çir, razg. ‘hvor, bolezn, ‘nedug’ onun varyantlarına dönüşmektedir.

Buradaki çir, sir varyantları Kırgızca’da farklı kendine has anlamı olan zır şekline dönüşmüştür. Kırgızca-Rusça sözlükte: ‘zır’ padrojetelnie slova. Cürögüm zır dey tüştü ce cürögüm ite tüştü olarak verilmektedir. Sözcüğün tekrar söylenmesi sonucu zırkıra sözü türetilmiştir. Zırkırap mozcit silno bolen. Başım zırkırap ooruyt, emnegi zırkırayt.

Bu sözün sır fonetik varyantı Kırgızca’nın kuzey diyalektinde ( s çıl ağızlarında) yer almaktadır ve buna bağlı olarak sözcükler türetilmiştir. Örneğin: sırka hvorat, sırkak hvoriy, sırkoo 1. bolezn hvor: 2. bolnoy hvorıy, sırkoolo bolet, hvorot ve ‘çırnıkta’ nedologat, dabolevat.

Demek ki Kırgızca’daki çır, çir sözleri de Volga boyundaki Türk dilerinde yer alan çir, sir sözleri gibi ilk kök sözcüklerin varyantları olarak görünmektedir. Bu varyantların hepsinin fonetik açıdan tek bir köke dayandığı, sözcüksel anlamlarının olması, hepsin bir hastalık adını çağrıştırması, birleşik sözcüklerin ikinci birimi olarak bütün Türk dilerindeki sözcük türetme kurallarına uygunluğuyla kendini göstermektedir. Bunun yanı sıra Türk dilerinde kızılça sözünün kızıl sıfatı önceleri kızılca hastalığı anlamında kullanılmıştır. Sonraları genel anlamda ‘hastalık’anlamına gelen cır, sir sözcükleriyle birleşip kızılça sözü ortaya çıkmıştır. Kızılça sözü kızıl+çır sözlerinin birleşmesiyle ortaya çıktığını düşündüğümüzde kızılçır, kızılçir formalarında kullanılmış gele gele ‘r’ sesi düşerek kızılça biçimine dönüşmüştür.

Sonuç olarak elimizdeki bilgiler ışığında bir hastalığın birden çok adının olduğu ve halk dilinde yer alarak günümüze kadar geldiği bilinmektedir. Yalnız ilk başat adının hangi dil göstergesi olduğu konusunda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Kanaatimizce başat adının söylenmesinin yasak olduğu çok eski dönemlerden itibaren ilk adı unutularak onun yerini örtmece sözler almıştır. Söz konusu örtmece sözler de birtakım yasaklamalar neticesinde yerini yeni örtmece sözlere bırakmıştır. Bu bağlamda Kırgızca’da günümüzde bir tek bir hastalığın adı olan kızılça, kızamık, karamık, kızıl, kızıl köynök, kızıl ooru sözlerin (eşanlamlı sözcüklerin) arasından genelde kızıl, kızıl köynök sözleri örtmece söz olarak yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Kızamık, kızılca, sözcüklerini ise yasaklanmış sözcükler olarak kabul edebiliriz.

  1. Göz hastalıklarıyla ilgili örtmece sözler hakkında bilgi verir misiniz?

Gözün insan hayatındaki önemi, insanla beraber başlayan tıbbî inanç ve uygulamaların en eski devirlerden günümüze ulaşan bilgileri, Tıbbî Folklor, yani halk hekimliğinde oldukça zengin bir malzemenin doğmasına neden olmuştur.

Eski Hind tababetinde, eski Hind tıp, kitaplarında göz, kulak gibi organların nasıl tedavi edileceği yazılıdır. Eski Mısır’da da göz hastalıkları yaygın olup, kolirler (göz damlaları) biliniyordu. İnsanların dünyaya açılan penceresi durumunda olan gözler, tıp tarihinin başlangıcından itibaren hekimliğin ilgi odaklarından biri olmuştur. Günümüz modern tıbbının kaynakları durumunda olan medeniyetlerden[98] daha çok astrolojiye dayanan Mezopotamya tababetinde, Sümerlerin telkin tedavileri yaptıkları, bir kimse “Gözüm ağrıyor”, dediği zaman, ona “Benim gözüm de ağrıyor” cevabının verildiği bilinmektedir. Telkin tedavilerinin (Suggestion) günümüzde de görüldüklerini Sivas’ta bir hastalık nedeniyle bir gözünü kaybetmiş yaşlı kimseler “Bir göz bir kafaya yeter” sözleriyle teselli edildiklerini görüyoruz.[99]

Göze perde inmesinde yedi kapıdan “misafirimiz geldi.” diyerek ekmek istenir. Bu ekmeklerle “kefareti budur” diye göz kırklanır ve dörtyol ağzında köpeklere verilir. Arpacıkla (itdirseği) hasta yatırılır gözüne bir dilim ekmek konur ve köpeğe kaptırılır.[100]

Göz hastalıklarının tedavisinde yalnız insanlar değil hayvanlara mahsus olan değişik tedavi yolları da Tanrı tarafından bahşedilmiştir.

Kış uykusundan uyanan yılanların zayıflamış gözlerini güçlendirmek amacıyla raziyâneyi hem yedikleri, hem de gözlerine sürdükleri, kırlangıçların yavrularının görüşlerini kuvvetlendirmek için onlara kırlangıç otu (Chelidome) yedirdikleri, gözlerinde katarakt meydana gelen keçilerin gözlerini dikenli çalılara sürterek katarakt ameliyatı yapmaları gibi hayvanların milyonlarca yıldır bazı göz problemlerini içgüdüleriyle gidermeye çalıştıkları bilinmektedir.

Doğu tababetinde göz hekimliğinin ayrı bir dal olduğu «Kehhâl» adı verilen göz hekimlerinin bulunduğunu, Selçuk ve Osmanlı devirlerinde kehhâlliğin önemli bir meslek olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu bu uzmanlarca da müstakil eserler yazılmıştır. Bunlar arasında Ali b. İsa’nın Tezkiretü’l-Kehhal’i, İslâm dünyası yanında XVIII. yüzyıla kadar Batı tıbbınca da bir el kitabı olarak kullanılmıştır.

«Folklorumuzda ve Edebiyatımızda Göz» konusu araştırılmış olup gözle ilgili inanmalar, atasözleri, deyimler, göz hastalıklarının halk arasındaki tedavi metotları ayrıntılı olarak incelenmiş ve yayınlanmıştır.[101]

Kaşgarlı Mahmut’un yazmış olduğu Divan-ı Lugat it Türk adlı eserinde hastalık adları, hastalıkları sağaltan şahısların yanı sıra göz hastalıkların adıyla ilgili bilgiler de verilmektedir: enüç: göze inen perde (I / 52 28), ısrık: göze perde inmesi (I/ 99 14), enüçlemek: göze inen perdenin tedavisi (I/300 1), tirsek: arpacık (III/424 20), közümekliğ: gece görüp, gündüz göremeyen hasta (I/ 477 17), tirsgek: arpacık (III/424 20) (Bayat, 2002: 454).

Anadolu’da göz hastalıkları ve göz hastalıkları adlarına yönelik bir çok adlandırma ve örtmece sözler kullanılmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: İlk akla gelen hastalıklardan biri olan arpacık (it dirseği) (hordeolum)dir. Genellikle gelişme çağında görülen kirpik diplerindeki bezlerin iltihaplanmasından kaynaklanır. Divanü Lugâti’t-Türk’te tirsgek olarak geçer.

Kafkaslar’da yaşayan Karaçay Türklerinde arpacığa karşı, Şamanizm’den kalma ‘Ey tav, bütük manga caraşmaydı, sannga caraşsın (Ey dağ bu tüy bana yakışmıyor, sana yakışsın) denerek üç kere yere tükürülür.

Balkanlarda yaşayan Gagauzlarda arpacık, hastayı korkutma, göze üç defa vurma; göz şişmesinde loğusa kadın sütü, hastanın kendi idrarı kullanılır. Göze misafir gelmesi ise yalanarak tedavi edilmeye çalışılır

Bulgaristan’da yaşayan Türklerde arpacık tedavisi için sahanda ısıtılmış bir avuç mercimek içine madeni para konur (buna zebeb parası denir). Önce küçük bir süpürge ile sahandaki su göze serpilir. Sonra para alınır, göze birkaç defa sürülür. Daha sonra ıslak mercimek taneleri göze serpilir, bu esnada “tütü!” denerek hafifçe tükürülür.

Arpacık olarak bilinen bu hastalık halk dilinde yaygın olarak bölgeden bölgeye dirsek (İng. sty(e), Fr. orgelat), it dirseği, ittirse, ittirseği, et dirseği, iddirse, incilo, incir, ipdirseği, incili, gelincik hastalığı vb. adlandırmalarla bilinmektedir. Derleme Sözlüğünde dirsek (II): Buğday, arpa, mısır vb. bitkilerin saplarının sert kısımları olarak da geçer. Kaşgarlı’nın Divanı’nda görüldüğü üzere başat adının tirsgek, dirsek olarak bilinmesine rağmen hangi sözcüğün tabu hastalıkla ilgili başat adı ve hangilerinin de örtmece söz olarak halkın dilinde yer aldığı hakkında kesin bir bilgi vermek son derece güçtür.

Retina tabakasının atofisi veya dejeneransı sebebiyle çok küçük yaşlarda ortaya çıkan kabaca az ışıkta veya geceleri görme bozukluğuyla ortaya çıkan gece körlüğü hastalığı olan şahıslara “bakar kör” de denilir. Halk arasında yaygın olarak şu adlarla anılır: tavık garağısı: (Retinitis pigmen tosa), İng. night-blindness tavuk karağı, tavuk karası, karay,. tavuh belerüğü, tavuk körü, tavuk belesi, peleni vb. Görüldüğü gibi bu hastalığın genel olarak tavuk sözcüğüyle adlandırma yoluna gidilmesinin nedeni, tavukların geceleri görme yeteneğinin zayıflamasından kaynaklanmaktadır. Halk da buradan hareketle benzetme yoluna giderek bu tür adlandırma yoluna gitmesi olasıdır.

Yine halk arasında (Boğazlıyan, Çubuk, Sivas) bir tavuğun horoz gibi ötmesi, o aileden bir kişinin öleceğine veya hasta olacağına, eve uğursuzluk (felaket) getireceğine, ya da ‘sahibinin başını yiyeceğine’ yorumlanır. Evde uğursuzluğu, felaketler zincirini kırmak için: a) Boynuna üç kez balta sürülüp korkutulur ve baltayı her sürüşte ‘Umduğun bu olsun’ denir. b) Boynu bıçakla değil de balta ile kesilir ve pişirilerek yenir[102]

Göz kusurlarından biri olan şaşı ve şaşılığın azlık ve çokluk derecesine göre halk dilinde değişik adlandırmalar vardır: aydaş: 1. şaşı (Nğ), 2. zayıf, cılız 2. bacakları çarpık 3. yaşına girmemiş çocuk, 4.aynı ay içinde doğan çocuklar 5.anormal doğan çocuk, çalış, dolman, gıyıh (I), çapras, çapraska, çapraz, çabras, çer göz, döngöz, ığdır göz, gözü akık, müşef, şampir, şali, şaşi, şaşkar: az şaşı, şehla, şaşılak: az şaşı, şehla, şaşırak: az şaşı, şehla, şelek: şaşı, şelemen, şil: 1. çapak, 2.sakat, 3. şaşı, 4. inme, felç, 5. kötürüm, sakat, şuhela: şaşımsı, az şaşı, terkeş, tirkeş, yanpir, yuluk (IV), yantır: 1. topal, aksak, 2. şaşı, yantır (yantırı-1, 2: yantir (II)-1,2,3: yantiri (I)- 1, 2) 1. titrek, doğru yürüyemeyen, yan yan yürüyen vb.

Şaşılığı çağrıştıran adlandırmalarda genelde, ayaklardaki cılızlık, dengesiz yürüme, ve birbirine taban tabana zıt olan iki varlığın karşılaştırması dikkatimizi çekmektedir.

Ayrıca Bozkır’da en mühim çocuk hastalıklardan birisi bilinen ‘aydaşlık:’ kırkı karışan çocuklardan ‘bir tanesinin daha gürbüz, diğerinin zayıf ve hastalıklı olması ve gürbüz çocuğun zayıf çocuğu bastırması hadisesidir.

Göz içindeki saydam merceğin (lens cristalina) sertleşip ışığı geçirgenliğini kaybetmesi sonucu ortaya çıkan katarakt (İng. cataract, Fr. cataracte) halk dilinde perde inmesi adıyla bilinir. Divanu Lugat’it-Türk’de, enüçlenmek olarak geçen bu göz hastalığı yine Anadolu’da göze perde inmesi adıyla bilinmesinin yanı sıra aksu, boz perde, bedre: gözbebeğinde görülen, perdeye benzer leke, göze ak inmesi, göze boz inmesi, yolcu: 1. göze inen perde boz katarakt, 2. ölümü yakın. Yolcu sözcüğü halk dilinde değişik anlamlarda kullanılmaktadır.

İltihap, zedelenme gibi sebeplerle gözün saydam tabakasında meydana gelen hastalıkların iyileşmesi sırasında ortaya çıkan, bilhassa göz bebeği üzerinde iken rahatsızlık veren beyaz sedef lekelere (Leucome cornea) denir. Halk dilinde göze misafir gelmesi (misafir) adıyla bilinir. Göze gelen pus, göze ağ gelmesi ve misafir sözcükleriyle de adlandırılmaktadır. ‘Misafir’ (konuk) sözcüğü aynı zamanda Kırgızca’da da çiçek hastalığının yerine örtmece söz olarak kullanıldığına değinmiştik. Bu hastalığın daha bir varyantı olarak kullanılan örtmece adı ‘keş’tir. Derleme Sözlüğünde ‘keş’ sözcüğünün diğer anlamları da aşağıda verilmiştir: keş: (I) kesen (IV), kesük (I), keşlik, kiş (I) 1. yağı alınmış yoğurttan ya da sütten yapılan peynir. 2.kış için kurutulan yağsız, tuzlu yoğurt. kiş (I) 3.tulum peyniri.4. yoğurt ve yarma ile yapılan bir çeşit yemek. keş (II) Durum, keş (III) 1. nemli toprak 2. çok sulanmış toprak, keş (IV) keçi yolu, keş (V) 1. İnatçı 2. dinsiz ve kötü 3. vurdumduymaz, keş (VI) Göze gelen beyazlık, körlük, keş (VII) kir, bar, keş (VIII) sıra, nöbet, keş, keş (IX) gırtlak

Yine göze pus, boz inmesiyle oluşan göz bir diğer göz hastalığı bosça, bohça olarak bilinmektedir. Söz konusu bu dil göstergesi değişik bölgelerde farklı kavramları çağrıştırmaktadır: 1. çeyiz 2. nişanlı kızlara oğlan evinin gönderdiği hediye, 3. nişanlı kız ve erkeklerin birbirine verdikleri hediyeler 4. evlenenlerin karşı taraf hısımlarına gönderdikleri hediyeler, bohça (II) 5.baş örtüsü, ekmek çıkını, bohça (IV) (bosça, bozca –1,2) 6. hayvanlarda görülen bir hastalık. 7. bir hayvan hastalığına ilaç için kullanılan yabani ot

Kara bakmakla ortaya çıkan karık, Türkiye’nin değişik bölgelerinde farklı anlamda kullanılır: 1. Bağ ve bahçelerde sebze ekmek için ayrılan bölümler, evlek 2. bağ ve bahçeleri sulamak için açılan ince su yolu, ark 3. pirinç tarlası 4. kısık (ses için)5. kışın hayvanların yem yedikleri yer, 6. eşek yavrusu, 7. keçi yavrusu, 8. karışık, karışmış

Halk dilinde sözlüksel açıklaması yalnız genel anlamda bir çeşit göz hastalığı adıyla verilen hastalık adları da vardır: aykaranısı: Bir göz hastalığı, betire bir göz hastalığı, çakla: Bir çeşit göz hastalığı, çıbık: 1. bir göz hastalığı, 2. çocukların topuğunun arkasında çıkan yara, çıbık, göğündürme lalesi: bir çeşit göz hastalığı, ıssırgı: bir çeşit göz hastalığı, konuk: Bir çeşit göz hastalığı, patlama: Gözü kör eden bir çeşit hastalık vb. Bu tür adlandırmalarda da hastalığın semptomik özelliği (verdiği acı, ağrıya göre: ıssırgı), yansıma sözcüklerle (çalka, patla vb.) ve onu canlı bir varlık gibi algılama (konuk) sonucunda bu tür adlandırma eğilimiyle karşılaşmaktayız.

Çapak: göze inen beyaz leke, mucur (I): göz hastalığı, trahom, arakan: göz hastalığı, bir çeşit körlük, şilek:1. gözü bozuk, 2. çapak, vb.

Gözün kızarması ve bunun sonucunda şişen gözün devamlı sulanması sonucu, fonetiksel anlamda ‘ş’ sesinin akıcılığıyla dilde yaratılan kızarık, hasta göz’e yönelik adlandırmalara şu örnekleri verebiliriz: şibidik: kızarık, hasta göz. Bu sözcüğün diğer varyantları aşağıdadır: şibidik (II) akış, şibidik (I) (şıpıdık), (şıbbak, şıbıdık, şıpbak papuç, şıpıtık (I), şıppık papuç, şıpşık, şıpşıp –1, şıpşıpı, şibbidi, şibidik (I), şibildek, şibit (II) terlik, şimbil: 1. bağırsak kurdu, 2. kızarık, hasta göz, şimbil (II) küçük ve kurnaz, şimbil (III) barsak kurdu, şipik: kızarık, hasta göz, şipik (I) hayvan sürmekte kullanılan ince çubuk, şipik (II) (şipil), şipil: kızarık, hasta göz, şimbol (I) (şipil), yılkı: (İng. Squinted , squint-eyed, crosseyed Fr. Lauche, affecte de strabisme) Yılkı (I) yılgı (I), yılhı: 1. at sürüsü 2. başıboş dolaşan at, öküz, inek vb. sürüsü 3. iyi koşan at yılkı (II) çekingen, ürkek, yabanıl, göz yılancığı, kaynaşma: gözde kaşıntı yapan hastalık, kızılgicik: Kaşıntı veren göz hastalığı vb.

Göz hastalığına yönelik fiillerle kullanılan sözcük öbekleri yaygın olarak halkın dilinde yaşamaktadır: keş kesilmek: göz kör olmak, nefes değmek: nazar değmek, goz etmek: nazar değmek, gözü değmek, pırt gözüne (pıt gözüne): “Nazar değmesin” anlamında kullanılır.

Bütün bu yukarıda Anadolu halkında göz hastalıklarıyla ilgili adlandırma ve örtmece sözlerin yanı sıra yine ‘körlükle’ ilgili birçok örtmece söz halkın dilinde yer almaktadır. ‘Körlük’ sözünün yerine ‘gözsüzlük’ kullanılır. Halk arasında göremeyen kimselere kör denmez, gözsüz denilir. (Kör sözü daha çok beddua ve argoda kullanılır.) Bu yaklaşımı ile halk, her gözü olanın da göremeyeceğini kastetmektedir ki, Goetha’nın (1174-1832) Göz görür, bildiğini görür, sözü ünlüdür. Kör olma haline, halk arasında «Gözün sönmesi» denilir.[103]

Yine halk dilinde göz körlüğüne yönelik bir çok örtmece söz kullanılır. Birisine ‘kör’ demek kaba ve çirkin sayıldığı için nezaket kuralları gereği örtmece söz kullanma zorunluluk haline gelmektedir: elil, emme (V), faslak (V), gūr, matı: (Kör göz, kör gözlü), naşal (II) (naşşal (II))-1,2), puç, sokur (I), şaşa, şellef, tıkızı kırık: (gözü kör) vb. Kazaklar arasında uzun süre iyileşmeyen göz hastalığına iyeli demektedir.

Göz hastalıklarıyla yakından alakalı olan nazar, bütün dünya halklarının kültüründe yer alan ilginç konulardan biridir. Günümüz toplumunda nazar ve nazara inanan insanlar olduğu gibi tamamen reddeden insanlar da her toplumda bulunmaktadır. Nazar, toplumbilim, sosyoloji, tıp ve aynı zamanda budundilbilimin de araştırma alanına giren bir konudur.

Sözlüklerde «belli kimselerde bulunduğuna inanılan, insanlara özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala, mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren, bakışla dışa fırlayan, çarpıcı ve öldürücü güç diye tanımlanan nazar, dünyanın pek çok yerinde görülen, çok eskilerden günümüze ulaşmış bir inanıştır. Bu inanışta zararlı güçlere karşı koyma, onun çarpıcı ve öldürücü gücünden korunma ön plandadır. Nazar inancının ruhsal temelinde kıskançlık ve çekemezlik duygulan yatar ve bu çarpıcı gücün gözlerden fırlayarak kurbanına zarar verdiğine inanılır, işte doğada görülen nesnelerin çarpıcı nitelikleri karşısında insan felâketin ya da mutluluğun bu çarpıcı niteliklerde olduğunu düşünmüştür. Bu düşünceden giderek de onlarla barışık kalma, yollarını aramış ve koruyucu nitelikleri kendi hizmetinde kullanmak istemiştir. Benzer nedenlerle de insan, nazarlık, muska, uğurluk gibi nesneleri (işlevlerine göre) koruyucu olarak üzerinde taşımayı yeğlemiştir.

Ülkemizde, halk arasında nazar değmesine ilişkin söylenen ‘deveyi kazana insanı mezara’ deyimi nazarın öldürücü gücünü en iyi biçimde açıklamaktadır.

Gözden fırlayarak kurbanına zarar verdiğine inanılan bu öldürücü güce Yunanlılar matısma, Araplar elayn ya, da isabet-i ayın, İranlılar bed nazar, Hintliler sihr demekte, ülkemizde ise nazara, göz değme, göze gelme, kem göz, kötü göz gibi adlar verilmektedir. Kırgızlarda ise ‘köz tiydi’ (göz değdi) şeklinde ifade edilir.

Telkin tedavisinde Afyon’da halk, nazardan korunmak için bazı drogları yakarak tütsülemekte, böylece şeytan ve cinin etrafından veya kendinden uzaklaşacağına inanmaktadır. Bunun için çörek (Ngella sativa), üzerlik (Semen pegani), göztaşı (Cupri Sulphas), maydanoz tohumu (Semen Petroselini) kafur (Camphora) gibi drogları kullanmaktadır.

Yöre halkı hastalıklarından korunmak veya hastalıklardan kurtulmak için nazarlık, muska, hamayıl gibi çeşitli uğurluklar taşımaktadır. Bunlardan başka at kestanesi (Aesculus hippocastanum), civa, çörekotu, mavi boncuk, şap gibi şeyleri de yanlarında bulundurmaktadır. Bu maddenin görevi nazarın kaynağı olan insanlardaki öldürücü veya hasta edici gücü üzerine çekerek, onu taşıyan insanı veya hayvanı onlardan korumaktır.[104]

 

  1. Hastalık adlarına dayalı örtmece sözlerin leksiko-semantik sınıflandırmasını yapar mısınız?

Hastalık ve hastalık adlarına yönelik korku ve sakınmaların neticesinde ortaya çıkan örtmece sözleri çalışmamızın II. Bölümünde D. K. Zelenin’in de belirttiği gibi anlamsal sınıflandırılmasını beş ana başlık altında ele almamız mümkündür. Ancak hastalık adına yönelik başat adı deformatsiya yoluyla örtmece söz biçiminde değerlendirmek mümkündür. Özellikle adam adlarına yönelik bu tür adlandırmalar Türkler, Kazaklar, Kırgız ve diğer Türk boylarında yaygın olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir. Türkçe, Kırgızca, diğer Türk lehçeler ve başka dillerde olduğu gibi bu tür adlandırmalar hemen hemen aynı özellikleri taşımaktadırlar. Çünkü bu tür adlandırmaların temelinde tabu, tabuya dayalı korku, ölümle ilgili algılama biçimleri, inançlar, hastayı sağaltmaya ve kötülüklerden arınmaya yönelik uygulamaların benzer ve ortak yönlerinin ortaya çıktığı görülmektedir:

  1. Ululama, kutsama, saygı ve iyi anlamı çağrıştıran dil göstergelerinden oluşan örtmece sözler:

Çiçek hastalığı yerine kullanılan bübü (Kırg. bübü) Orta Asya Türk halklarında olduğu gibi Anadolu Türklüğünde de saygın, ermiş, bilge kadınlara verilen addır. Sözcüğün leksikolojik anlamı a) Babanın kız kardeşi ya da ablası, b) Babanın, ağabeyinin ya da kardeşinin hanımı, yenge, c) Abla, büyükanne, olarak dilimizde yer alırken Kazakistan’ın Jambıl şehrinde Ayşe Bibi adlı kadının türbesi olduğunu da burada hatırlatmak gerekir.

Yine aynı hastalığı çağrıştıran konak (Kırg. konok) bir tür göz hastalığının yerine de kullanılır. Buradaki amaç: ‘Eve gelen konuk gibi çabuk gelip gitsin’ anlamında sık sık kullanılan örtmece sözlerden biridir.

Çıban yerine kullanılan çon ata (Kırg. büyük baba) ve baba: saygı ve ululamanın bir ifadesidir. Kırgızlarda, Orta asya ve Anadolu Türklüğünde ata, baba ve ervah kültü bütün yönleriyle toplumun kültür ve inanç dünyasında kendini göstermektedir. Dolayısıyla hastalığı bu tür adlandırmada, o hastalığın iyesi, kendisine ata, baba şeklinde hitap edilmesinden hoşlanır. Oradaki nisanlara zarar vermez, ya da bulunduğu bedene en az zarar vererek bedeni terk eder inancı vardır.

Yukarıda verdiğimiz örneklerin yanı sıra, korkunç, üzüntü ve ürperti veren hastalığın kendisi, kendisini çağrıştıran başat adının yerine zıt anlam çağrıştıran (reversal) sözcüklerle adlandırmada yaygın olarak dilde yer almaktadır. Bu tür adlandırma ironi olarak görünse de, alay ve sanatsal anlatım bir yana tabu ve korku neticesinde ortaya çıktığı için zıt anlam açısından ele alınması gerekir.

Verem için güzel ağrı, güzelleme, gözel hastalık; frengi için şerbetleme; sulu yara için balbaşı; çıban için yumurcak, kara mübarek, tatlı yara vb. örneklerde görüldüğü üzere kulağa hoş sevimli ve sempatik gelen ve güzelliği çağrıştıran örtmece sözler, tamamıyla hastalık iyelerine karşı iyi görünme onları hoş tutma çabası ve gayretine yönelik adlandırmalardır.

  1. Çirkin, kötü, hoş olmayan kavramları çağrıştıran örtmece sözler (dsyphemism)

Genel anlamda insan adları, hayvan adlarına yönelik bu tür adlandırmalara çalışmamızın birinci bölümünde değinmiştik. Hastalık adlarına yönelik kötü adlandırma Anadolu ve Orta Asya Türklüğünün dillerinde sıkça kullanılan örtmece söz türlerinden biridir.

Göz hastalıklarından biri olan ‘keş’: 1. (VII) Kir, bar, 2. (VIII) Sıra, nöbet,3. (V) a. İnatçı b. Dinsiz ve kötü c. Vurdumduymaz, yantir: 1. Titrek, doğru yürüyemeyen, yan yan yürüyen anlamındadır. Görüldüğü sözlükte ve halkın dilinde olumsuz, hoş olmayan kavramları çağrıştıran bu sözcükler hastalık adları olarak kullanılmaktadır.

Yine verem: adı belirsiz, kolera: çapıt hastalığı, frengi: kötü yara, şeytan tırnağı: piç, ishal: bozgun, sürgün, zatülcenp, plöresi: batak, çıban: haspa, kokarca vb. olumsuz, sempatik olmayan kavramları çağrıştırmakla beraber, söz konusu hastalığı basit önemsiz, olduğundan daha tehlikesizliğini yansıtmaya yönelik (understatement) adlandırmalar olarak değerlendirmek gerekir.

Rus ve Slav halklarında da bu tür hastalık başat adlarını bu şekilde adlandırma yaygındır: düşmancık, roganka (ağılı mantar), şeytan, kötücül, yaman, zayıf vb. kötü ruhların isimlerinin yanı sıra hoş olmayan, çirkin kavramları çağrıştıran üçüncü kategorideki sözcükler: neçistiya – pis, kirli; Ukr. Roganka: ağılı mantar; proklayataya: lânet olası; lihaya: yaman, kötücül; hudaşka: zayıf; varoguşa: düşman: bütün Velikoruslarda varaguha zluçka: kaba; lihodeyka: yaman, kötücül. Edebî dilde kabul edilen ve “Kindar” anlamına gelen “lihoradka” (Humma) kelimesi de bu kategoriye girer. Halk dilinde buna lihomanka: kinle aldatan denir, Beyaz Ruslar’da zlakomonka: kötülükçü denir, Ukr. Paskudnik: alçak, namussuz; Beyazruslarda Pekelnila: cehennemlik; Ukr. propanitsa: mahvedici, napastnitsa vb. Yine Ukraynaca’da şuhlya, bazan şıhlya: pis herif anlamına gelir. Ukr. Ve Beyazrus. hintya, nadiren hintyoga, hindiya; Beyaz Ruslar’daki hintsya sözcüğünün hitit, pahişat (çalmak, kaçırmak) sözcüklerinden türediğini burada ifade etmek gerekir. Çünkü Beyaz Rusların inanışına göre, lihoradka (humma) ırmağın dibinde oturuyor ve ırmakta insan yüzlerini avlıyor. Ukraynaca’da ihoradka: humma sözcüğünün yine hvaroba, yani, genel olarak ‘hastalık’ kavramının yerine de kullanılır; Putiilce’de bıyazbıtnitsa; Maloarhangelce’de teryat (kaybetmek) sözcüğünden türeyen ve mahvetmek anlamına gelen “tiruha” sözcükleri kullanılır.

  1. Yabancı dillerden alıntı yoluyla dilimize giren sözcükler:

Yabancı dillerden gelen alıntı sözler, hastalık adlarının yerine kullanılırken buradaki amaç hastalık iyelerinin hastalık adlarının yerine kullanılan bu sözcüklerin anlamını bilmediği için zarar veremediği inancı vardır. Hastalık sözcüğünün yerine dert, illet, nezle yerine zükgam, verem yerine ince illeti, ince maraz, vb. kullanılır. Yine modern tıpta diabet, epidemi, lösemi gibi hastalık adları toplum içerisinde dile getirildiğinde hastalık iyelerinin bunu anlayamadığı, adı geçen yerdeki insanlara zarar veremeyeceği düşünülmektedir.

  1. Hastalığın semptomik özelliklerine göre kullanılan örtmece sözler:

Büttner: “Halk, hastalıkları olağanüstü veya akıldışı sebeplere bağlar, onları birbirinden ayırt etmez, belirtilerine göre isimlendirir.” der. Halk tıbbında, günümüz modern hekimliğinde olduğu gibi tarifi iyice yapılmış hastalıklardan ziyade bazı belirliler (semptomlar) hastalık olarak kabul edilir. Bu tür adlandırma hastalığın renk, kızarıklık, şişkinlik, vücutta oluşturduğu titreme vb. özellikler neticesinde ortaya çıkan örtmece sözlerdir.

Cıfıt ısıtması, alazlama, bıcılgan, gece yanuğu, holdur hoyuk, ordubozan, sepici vb. örneklerini vermek mümkündür.

Hastalığın vücutta oluşturduğu renge göre (kızıl, san) hastalık adlarını adlandırma oldukça yaygındır. Aktutma, alabele, algömlek, algöynek, domuz kızılı, kara çıban, kara kıran, kara pençe, kara yakma, kara yanı, kara basan, kızıl, kızıl yara, kızıl yel, kızıl yürük, kızılca, kızılcık, san yara vb.

  1. Adıl ve adıllarla oluşan örtmece sözler: Velikoruslar’ın kolera yerine dişil ‘ona’ (o) adılını kullanırlar. Yine sıtma hastalığının yerine ‘o’ adılını kullanırlar. Türklerde de verem hastalığının yerine kullanılan ‘adı belirsiz’i bu tür sınıflamanın içinde göstermek mümkündür.
  2. Hastalık adlarının deformatsiya (sesbirimsel değiştirme) yoluyla kullanılan örtmece sözler:

Bu tür hastalık adlarının yerine kullanılan örtmece sözler genelde diyalektik unsurlarla kullanılmaktadır: sara: zara, verem: berem, verev, ölmek: elmek vb. Yine romatizma hastalığının yerine kullanılan ‘rüzgar’ sözcüğü ‘ülüzgar’ olarak halkın dilinde yer almaktadır.

Yukarıda hastalık adlarının yerine kullanılan örtmece sözlerin biçimsel ve anlamsal özelliklerine yönelik sınıflandırmadan sonra unutulmaması gereken bir konu daha vardır.

İkinci bölümde verdiğimiz örneklerde olduğu üzere hastalık iyesi insanları duyan, anlayan ve onlara devamlı zarar verme amacı güden gizemli varlıklardır. İnsanlar soyut olarak bilinen bu varlıkları somut varlıklara dönüştürüp ete kemiğe büründürmüşlerdir.

Dolayısıyla hastalık adlarına yönelik sakınmalar, yerlerine kullanılan örtmece sözler şu veya bu şekilde insan sıfatı, ruh ve karakter özelliklerini yansıtan varlıklar gibi algılanmaktadır. Bu şekilde adlandırma yoluna gitme Anadolu Türklüğünün dil ve kültür hayatında bir çok örnekleriyle yaşamaktadır.

Göz hastalıkları: konuk, yolcu, keş/ yantır, kolera: çarık çıkartmaz, çiçek hastalığı: bübü, konok, uyuz: kıtmir, şeytan tırnağı: öksüzce, piç, romatizma: çengi yeli, nezle: ağız eskisi, çıban: baba, yumurcak, gelincik, çalık, sakat, çoban, difteri, gelinboğan, topuksuz vb.

Hayvan adları ve hayvan organlarına yönelik hastalık adlarını çağrıştıran örtmece sözler dilimizde yer almaktadır.

Göz hastalıkları: it dirseği, tavuk karası, yılkı, gelincik, şimbil, karık, kurgak uçuk: gelincik, kemik veremi: yılancık, kanser: eşekgummas, deve siniri, tifo: arı hastalığı, yorgaca, şarbon: kara pençe, kızıl hastalığı: domuz kızılı, domuz çiçeği, çıban: aslan çınağı, dana burnu, kuş kuyruğu, tilki burnu, kedi memesi, köpek memesi, it memesi, kokarca, tüberküloz: köstebek, difter: kuşpalazı, kurbağacık, kızılkurt, çiçek: barak vb.

Barak: köpek eski Türklerde (özellikle Moğollarda) kutsallık atfedilen hayvanlardan biridir. On iki hayvanlı Türk takviminin onuncu ayının adı da köpek (it) ayıdır. Dede Korkut destanında it, barak baracuk, kelpçuges, tazı gibi adlarla anılır.

  1. İnan Soyot-Uranha Türklerinde ve Başkurtlarda köpekle ilgili bir efsanenin varlığını bildirir. Mahmud Kaşgarlı’nın ifadesine göre kıllı kurda benzeyen bir yumurtadan çıkan hayvanın adı baraktır.

Barak, Adigine, Sayak etnoniminin yanı sıra Özbek, Kazak ve Türkmen halklarının boy adlarında da yer alır. Nitekim bir Özbek Hanının adı da Barak Han’dır.

Sonuç olarak tabu ve örtmece sözler, dilin sözlüğünü, sözcük anlamsal açıdan zenginleştiren unsurlardan biridir. Onlar sözlerin anlamını değiştirmede, genişletmede etkin rol oynamaktadır. Örtmece söz amacıyla kullanılan sözcükler genelde kendi anlamlarını kaybedip başka bir anlamı yüklenirler. Tabu, örtmece sözler eşanlamlı ve eşadlı sözcüklerin oluşmasında neologizmlerin kalıplaşmasında büyük rol oynarlar.

İnsanın düşüncesi ne kadar sınırsız ise, dilin de o düşünceyi açıklama ve yorumlamasındaki yol ve yöntemler sınırsızdır. İşte bu yol ve yöntemleri kullanmada örtmece sözler etkin rol oynamaktadırlar. Adları açıkça ifade edilmeyen kavramların kullanılmasının yanı sıra bu kavramları nazik ve kulağa hoş gelen bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmakta, konuşma ve yazı dilinin gelişmesine, kalıplaşmasına hizmet etmektedir. Tabu-örtmece sözler hangi dilde olursa olsun sözlükte yer alan sözcük sayısının artmasında etkin rol oynamaktadır. Bunlar diğer sözlerden kendilerinin nominatif anlamlarının dışında etnografyalık kavramlarla bütünleşerek ortaya çıkmasıyla farklılık göstermektedir.

 

  1. Son söz olarak tabu-örtmece söz hakkında ne söylemek istersiniz?

Tabu-örtmece sözler kültür ve dil kaynaklı etnolingüistik kavramlardır. Tabu teriminin alanına yasak adların yanı sıra, yasaklanan eylem, iş ve hareketin girmesiyle etnografya ve dilbilimi ilgilendiren konuya dönüşmektedir. Örtmece söz, dilbilimin yeni terimlerinden biridir. Çünkü yasaklanmış, söylenmesi uygun olmayan sözleri, bir başka ifadeyle dilbilimsel tabuyu değiştirmek için kullanılmaktadır. Tabu ya da yasak, büyüden, ters etkilerden doğmaktadır. O etkilerin temelinde ‘Bunun gibi işi yapma, yaparsan felakete uğrarsın’ gibi korku veren inançlar yatmaktadır. Büyü inancına göre, onun etkisi ölü ve canlı tabiata da aynıdır. Dolayısıyla tabu varlıklara, bitkilere, hayvanlara, insanlara, iş-hareket, söz ve dile de etkisini göstermektedir. Sözün büyüsüne (gücüne) inanma sonucu doğan dilbilimsel tabunun mitolojik kahramanların totemler ve av hayvanlarının, insanların, canlıların, bulaşıcı hastalıkların isimleri ve adlandırılmalarında etkisi olmakta bunun sonucunda tamamı örtmece sözlerle kullanılmaktadır. Kısacası dilde eş anlamlı sözcüklerin artmasına, sözcüklerin çok anlamlı özelliğe kavuşmasında tabu ve örtmece sözlerin rolü büyüktür. Başka halklarda yasaklama olduğu gibi Türk halklarının yasaklamaları da ilk başta dini inançların temelinde korku kaynaklı olarak doğmuştur. Ölüm, şanssızlık, bahtsızlık, sakatlık, hastalık, felaket ve musibetlerin insanlar tarafından belli yasakları çiğnemenin neticesinde ortaya çıktığına inanılmıştır. Dini inançların, kültürleri dillerin farklılığına bakmadan bir çok halk ve bunların arasında yer alan Türk halklarının mitolojik kahramanları da birbirine benzemekte ve onların adlandırmaları tabu sözlere dayandığından örtmece sözler hepsinde yer almaktadır. Her bir halkın mitolojik dünyasına bağlı olarak mitolojik kahramanların örtmece adları onların karakteristik yapısını, özellik ve niteliklerini, cinsini, gücünü kudretini, sesini, uygun ya da uygun olmayan iş hareketlerini ya da başka özelliklerini ortaya çıkaran benzetmelerden oluşmaktadır. Totemistik inançların temelinde oluşan yasaklamalar Amerika, Asya, Avustralya, Afrika ve Avrupa kıtasında yaşayan halkların kültüründe yer almıştır. Bunların arasında totem hayvanlarını avlama, etlerini yeme, aynı toteme bağlı akrabaların evlenme, kız alıp kız verme gibi iş hareketlere dayalı yasaklarla beraber totem hayvanlarının adlarına yönelik lingüistik tabu da yaygınlaşmıştır. Toteme dayalı yasaklamalar Türk halklarının hepsinde aynıdır. Oğuz halkı totem hayvanlarını ongunlar diye adlandırmıştır. Totemistik inançlar gele gele avcılık mesleğinin temelinde kalıplaşmış inançlar olmuştur. Avcılık mesleğine dayalı yasaklar başka dillerde olduğu gibi Türk halkalarının dilinde Yakut, Hakas, Altay, Tuva, Şor dillerinde mesleki sözcüklerin oluşmasında temel oluşturmuştur. Mesleki dil veya leksika esasında örtmece sözlerden oluşmaktadır. Yakut dilinde böyle örtmece sözlerin adı: harıstan atar tıl ya da harıstar tıl, Kazakça’da tıyım, at tergev, Altaylılar’da, pay söz ya da paylagan sözdör’dür. Türk dillerinde tabu, örtmece terimler uluslar arası terim olmasının yanı sıra onların Türk halklarında varyantları da bulunmaktadır. Tabu- örtmece sözlerin dini inançlardan kaynaklanmasının yanı sıra toplumdaki ahlaki, edep ve nezaket normlarının temelinde de oluşmaktadır. Ölüme, anatomi, fizyoloji, fiziki kusurların adını açık kullanmak yerine tabu sözler niteliğinde örtmece sözler kullanılmaktadır. Toplumda kalıplaşmış resmi yasaklamalarda kaynaklanan siyasi örtmece sözler de bu gruba girmektedir.

Bu araştırma neticesinde tabu sözler değiştirilerek yerine kullanılan örtmece sözlerin yapılış yollarıyla örtmece sözün anlamını oluşturmadaki etkilerin çok yönlü olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlar eğretileme (metaphor), düzdeğişmece (metonym), kapsamlayış (synecdocha), sembol (symbol), ironi (irony), açımlama (paraphrase), epitet gibi dil unsurlarının yanı sıra açımlamalı sözcük grupları, atasözleri adıllar ve elips ve bağlamdan sözcük düşürme (bağlamda boşluk bırakma) vb. aracılığıyla olmaktadır.

Tabu ve örtmece sözler, dilin sözlüğünü, sözcük anlamsal açıdan zenginleştiren unsurlardan biridir. Onlar, sözlerin anlamını değiştirmede, genişletmede etkin rol oynamaktadır. Örtmece söz amacıyla kullanılan sözcükler genelde kendi anlamlarını kaybedip başka bir anlamı yüklenirler. Dolayısıyla tabu, örtmece sözler eşanlamlı ve eşadlı sözcüklerin oluşmasında neologizmlerin kalıplaşmasında büyük rol oynarlar.

İnsanın düşüncesi ne kadar sınırsız ise, dilin de o düşünceyi açıklama ve yorumlamasındaki yol ve yöntemler sınırsızdır. İşte bu yol ve yöntemleri kullanmada örtmece sözler etkin rol oynamaktadırlar. Adları açıkça ifade edilmeyen kavramların kullanılmasının yanı sıra bu kavramları nazik ve kulağa hoş gelen bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmakta, konuşma ve yazı dilinin gelişmesine, kalıplaşmasına hizmet etmektedir. Tabu-örtmece sözler hangi dilde olursa olsun sözlükte yer alan sözcük sayısının artmasında etkin rol oynamaktadır. Bunlar diğer sözlerden kendilerinin nominatif anlamlarının dışında etnografyalık kavramlarla bütünleşerek ortaya çıkmasıyla farklılık göstermektedir.

Dini inançların yanı sıra başka sebeplerin (hastalığın gerçek adını söylenmesinden kaynaklanan ürkme, korkma ve psikolojik rahatsızlık v.b.) de rol oynadığını bunun neticesinde hastalık adlarının yerine kulağa hoş gelen oluştuğuna baktığımızda hangi kültür olursa olsun örtmece sözlerin yaratılması ve kullanılmasındaki nedenlerin benzer yanları olduğunu tabu sözcüklerin yerine kullanılan örtmece sözlerin bazen bir zamir, akrabalık bağlarını bildiren terimler, bulaşıcı hastalıkların özelliğini yansıtan sözcükler, yabancı dilden alınan alıntı örtmece sözler, halk arasındaki bazı tıbbi terimler, tabuya dönüşen sözlerle eşanlamlılık özelliği taşıyan sözcüklerin örtmece söz olarak kullanıldığını görmekteyiz.

Hastalıkların özellikle bulaşıcı olanları insan hayatına sebep olması yalnız dini inançların temelinde tabu sözler olarak kabul edilip yerini örtmece sözlere bırakmaktadır. Dini inançların yanı sıra başka sebepler de vardır. Bazı hastalıkların hiç bir zaman ilaç ve tedaviye cevap vermemesi, hastayı derin ızdırap ve acı içinde bırakması, gerek hasta gerekse sıhhatli insanın bu hastalıkların adını duyduğunda, psikolojik çöküntüye uğratması vb. kavramların dile getirilmesinin kulağa hoş gelmemesidir.

Bu tür inançların gölgesinde Kırgız halkında olduğu gibi diğer Türk halkları arasında da insan ve hayvanlar arasında yaygın olan bulaşıcı hastalıkların hamilerini (iyelerini) öfkelendirmemek, kızdırmamak amacıyla bu hastalıkların adını doğrudan söylemeyip yerine örtmece sözlerin kullanılması da yaygınlaşmıştır. Onlardan birisi de kızılca (kızamık) hastalığıdır. Günümüzde tehlikeli hastalıklar grubunda yer almasa da eskiden Kazaklar arasında özellikle çocukların yakalandığı ve çaresinin bulunmasında zorluk çekilen, korkunç hastalıklardan biri olmuştur. Bu nedenle dini inançların da etkisinde “kızılca” hastalığının adını kullanmak yerine “kızıl köynök” (kızıl gömlek) adıyla anmaktadır. Evde birisi bu hastalığa yakalandığında “Vücudunda bir şeyler çıkıp hastalandı” gibi basit sözcüklerle geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Halk arasında “kızılca” yerine bazen “kızıl” da denmektedir. Kazak ve Kırgızlarda, bir ailede birisi bu hastalığa yakalandığında başkaları bu eve sokulmaz. Çaresiz kalan halk bu hastalığın adını söylemekten kaçınıp yerine “kızıl” demektedir.

Canlıları ölümle burun buruna getiren nedir denildiğinde hemen cevabı ‘hastalık’tır. Ölümden korkmak bir bakıma hastalıktan korkmak demektir. İkinci olarak hastalık insana ızdırap, azap vermektir. Bunun kendisi de korkunçtur. İnsanların sevdiklerinin, yakınlarının hastalığa yakalanıp ölümle pençeleşmesine yakından şahit olan insanlara da acı verdiği gibi korku da vermektedir. Bütün bunlar hastalık adlarına yönelik yasaklamaları da getirmektedir. Dünyada hastalık adlarının yerine örtmece sözler kullanmayan hiçbir halk yoktur.

Başka halklar gibi Kırgız halkı da birtakım inanç ve toplumsal değerler neticesinde hastalık adlarını örtmecelemeye mecbur kalmıştır. Hastalığa, söze, sosyal durum vb. hastalığa bakış açısının değişmesi sonucu örtmeceleme yok olmaktadır sözü gerçekçi değildir. Bugün de kızamığı, kanseri örtmecelemektedir. Bu yalnız nezaket ve edep kuralları sonucu değil her şeyden önce sözün kudret, gücüne inanılmaktadır. Yani sözün dil göstergelerinin kendisinde güç ve kudret vardır.

Bugününü değerlendirmeleri ışığında ‘şu yasaklanan başat söz’ diğeri örtmece söz’ diye açık bir şekilde söylemek mümkün değildir. Genellikle hastalığın başat adını unutup örtmece söz başat adın yerini almış o da belirli bir süre sonra yasaklamaya uğramıştır.

Dil göstergelerine yasaklama, yasaklama kuralları bütün Türk dillerinde benzerlikler göstermektedir. Bu tür benzerlikleri diğer dünya halklarının dillerinde de görmek mümkündür.

Kırgızlar hastalık adlarına yönelik yasaklamalar ve örtmece sözler türetmeden başka hastalıklarla mücadele etmediğimiz anlamına gelmez. Folklorik tedavi uygulamaları yaygın olarak hastalara uygulanmaktadır.

Sonuç olarak tabu, örtmece sözler kültür ve dil kaynaklı etnolinguistik kavramlardır. Tabu teriminin alanına yasak adların yanı sıra onun içinde sözler kullanılan yasağın girmesiyle etnografya ve dilbilimle de ilişkisi aynıdır. Örtmece söz, dilbilimin yeni terimlerinden biridir. Çünkü yasaklanmış, söylenmesi uygun olmayan sözleri, bir başka ifadeyle dilbilimsel tabuyu değiştirmek için kullanılmaktadır. Tabu ya da yasak, büyüden, ters etkilerden doğmaktadır. O etkilerin temelinde ‘Bunun gibi işi yapma, yaparsan felakete uğrarsın’ gibi korku veren inançlar yatmaktadır. Büyü inancına göre büyünün etkisi ölü ve diri tabiata da aynıdır. Dolayısıyla tabu varlıklara, bitkilere, hayvanlara, insanlara, iş, hareket, söz ve dile de etkisini göstermektedir. Sözün büyüsüne (gücüne) inanma sonucu doğan dilbilimsel tabunun mitolojik kahramanların totemler ve av hayvanlarının, insanların, canlıların, bulaşıcı hastalıkların isimleri ve adlandırılmalarında etkisi olmakta, bunun sonucunda tamamı örtmece sözlerle kullanılmaktadır. Kısacası dilde eş anlamlı sözcüklerin artmasına, sözcüklerin çok anlamlı özelliğe kavuşmasında tabu ve örtmece sözlerin rolü büyüktür. Başka halklarda yasaklama olduğu gibi Türk halklarının yasaklamaları da ilk başta dini inançların temelinde korku kaynaklı olarak doğmuştur. Her bir ölüm, şanssızlık, bahtsızlık, sakatlık, hastalık, felaket ve musibetler insanlar tarafından belli yasakları çiğnemenin neticesinden kaynaklandığına inanmışlardır. Dini inançların, kültürleri dillerin farklılığına bakmadan birçok halk ve bunların arasında yer alan Türk halklarının mitolojik kahramanları da birbirine benzemekte ve onların adlandırmaları tabu sözlere dayandığından örtmece sözler hepsinde yer almaktadır. Her bir halkın mitolojik dünyasına bağlı olarak mitolojik kahramanların örtmece adları onların karakteristik yapısını, özellik ve niteliklerini, cinsini, gücünü kudretini, sesini, uygun ya da uygun olmayan iş hareketlerini ya da başka özelliklerini ortaya çıkaran benzetmelerden oluşmaktadır. Totemistik inançların temelinde oluşan yasaklamalar Amerika, Asya, Avustralya, Afrika ve Avrupa kıtasında yaşayan halkların kültüründe yer almıştır. Bunların arasında totem hayvanlarını avlama, etlerini yeme, aynı toteme bağlı akrabaların evlenme, kız alıp kız verme gibi iş hareketlere dayalı yasaklarla beraber totem hayvanlarının adlarına yönelik linguistik tabu da yaygınlaşmıştır. Toteme dayalı yasaklamalar, Türk halklarının hepsinde aynıdır. Oğuz halkı totem hayvanlarını ongunlar diye adlandırmıştır. Totemistik inançlar gele gele avcılık mesleğinin temelinde kalıplaşmış inançlara dönüşmüştür. Avcılık mesleğine dayalı yasaklar başka dillerde olduğu gibi Türk halkalarının dilinde Yakut, Hakas, Altay, Tuva, Şor dillerinde mesleki sözcüklerin yapılanmasında temel oluşturmuştur. Mesleki dil veya sözcükler, esasında örtmece sözlerden oluşmaktadır. Türk dillerinde tabu, örtmece terimler uluslar arası terim olmasının yanı sıra onların Türk halklarında varyantları da bulunmaktadır. Kazakça’da tıyım, at tergev, Altaylıların dilinde pay söz, ya da paylagan söster, Yakut (Saha) dilinde harıstan atar tıl ya da harıstır tıl terimleri kullanılmaktadır. Tabu, örtmece sözlerin dini inançlardan kaynaklanmasının yanı sıra toplumdaki ahlaki, edep ve nezaket normlarının temelinde de oluşmaktadır. Ölüme, anatomi, fizyoloji, fiziki kusurların adını açık kullanmak yerine tabu sözler niteliğinde örtmece sözler kullanılmaktadır. Toplumda kalıplaşmış resmi yasaklamalarda kaynaklanan siyasi örtmece sözler de bu gruba girmektedir.

Bu araştırma neticesinde tabu sözleri değiştirerek kullanılan örtmece sözlerin yapılış yollarıyla örtmece sözün anlamını oluşturmadaki etkilerin çok yönlü olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlar eğretileme (metaphor), düzdeğişmece (metonym), kapsamlayış (synechdoche), sembol (symbol), ironi (irony), parafraza açımlama (paraphrase), epitetin (epithet) yanısıra frazalık sözcük grupları, atasözleri adıllar ve elips ve bağlamdan sözcük düşürme (bağlamda boşluk bırakma) vb. dil unsurlarını sayabiliriz.

 

[1] Deve sütünden yapılan kımız benzeri içecektir. Diğer adı şubat’tır.

[2] Kalın çekilmiş arpadan ya da buğdaydan yapılan çorbadır.

[3] S. Attakurov, Kırgız etnografyası (okuu kuralı), Bişkek, 1988, s. 15-16;O. Türkdoğan, Doğu Anadolu’da Sağlık- Hastalık Sisteminin Toplumsal Araştırması, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, 1974, s.38.

[4] Abdürrahim Mirzaoğlu Aliyev, Azer Şadlınski Bilasoğlu, “Türk Bedii Edebiyatında Sağlık Konuları“, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kong. Bild., C. IV, Ankara, 1992.

[5] A. A. Reformatskiy, Vvdenie v yazıkoznanie, Moskva, 1960.

[6] Ç. Ç. Valihanov, Sledı şamanstva u kirgizov, Sobranie Soçinenie, C.V, Almatı, 1961, s. 476.

[7] Nuri Taner, “Halk İnanmalarında Cin ve Cin Tutma”, Türk Folkloru, S. 26, Eylül 1981, s: 13.

[8] N. İsmatullaev, Hazirgi Uzbek Tilide Evfemizmder, (Kand. Avtoreferat), Toshkent, 1964, s. 7, 77.

[9] M. Şakir Ülkütaşır, “Anadolu Türklerinde ‘Alkarısı’ ve ‘Albastı’ Hastalığı İçin Çeşitli Halk Gelenek ve İnançları Üzerine Küçük Araştırmalar”, Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1976, s.322-328.

[10] Abdürrahim Dede, Batı Trakya Türk Folkloru, Ankara, 1978, s.137-139.

[11]Ayrıca bkz. Abdülkadir İnan, Türk Şamanizmi Hak., Mak. ve İncelemeler, C. I, Ankara, s. 379-396; Abdülkadir İnan, Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları, Makaleler ve İncelemeler, C.I, Ankara, s. 462-479;Y. Z. Yörükan, Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri, Şamanizm, Ankara, 2005.

[12] M. Şakir Ülkütaşır, “Sinop, Samsun ve Çevrelerinde Sağlık-Hastalık Hakkındaki Halk İnançları ile Halk Hekimliğine Ait Bir Araştırma Kadrosu,” Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı, Milli Folklor Enstitüsü Müdürlüğü, Ankara, 1974, s.48.

[13] C. Cahit Güzelbey, “Gaziantep Tıbbi Folklorundan Yapraklar,” Halk Kültürü, 1984, s.49-50.

[14] Roland Barthes, Gösregebilimsel Serüven, (Çev: Mehmet Rıfat-Sema Rıfat), İstanbul, 1993, s. 183.

[15] K. K.Yudahin, K.R.S., s.541.

[16]Rengin Dramur, “Osmanlı Devletinde Çiçek Aşısı Uygulaması”, Uluslararası Dördüncü Türk Kültürü Kongresi Bildirileri, 4-7 Kasım, Ankara, 1997, s.169.

[17] Ayrıca bkz. Yağmur Say, “Türk Tıp Kurumları,” Türkler, C.II, Ankara, 2002, s.343.

[18] D. K. Zelenin, Hastalıkla ilgili kinayeli, örtük sözleri Rus. ‘pastavnee slova’ diye adlandırılmaktadır.

[19] Çiçek hastalığının korkunç yüzü diğer Türk halklarının atasözlerinde de yer almaktadır. Uygurca’da: “Çeçektin atı caman, kızılçanın celi” atasözü vardır. E. İ. Nadji, Uygursko-russkoy slovar, M., 1971, s. 616.

[20] K.K.Yudahin, K.R.S., s. 859.

[21] Ç. Valihanov , “Sledı şamanstva u kırgızov,Sobr., Alma-Ata, C.4, 1985, s. 48-70.

[22] Ali Rıza (Yalçın) Yalman, Cenupta Türkmen Oymakları II, İst., 1993, s.66.

[23] Hamit Zübeyr Koşay, “Ankara Budun Bilgisi,” Ankara Halk Evi, №34, 1964, s.143.

[24] Kemal Işıkoğlu, “Urfa’da Hastalıkların Tedavi Şekilleri,” Türk Folklor Araştırmaları, S. 259, 1971.

[25] Kırgız tilinin tüşündürmö sözdügü, F., 1968, s. 194.

[26] Divanü Lugât it-Türk (ind.) Taşkent, 1967, s. 327.

[27] Turkmensko-slovar, Moskva, 1968, s. 441.

[28] Tadjiksko- russkiy slovar, Moskva., 195, s. 232.

[29] Kazaklarda da bu hastalığın iyesinin yaşlı bir kadın olarak tasavvur edilmektedir. (Bkz. Kirgizskaya stepeniya gazeta, 1894, No: 47)

[30] K.K. Yudahin, K.R.S., s. 514.

[31] K.K. Yudahin, K.R.S., s. 462.

[32] Kırgız tilinin tüşündürmö sözdügü, 1969, s. 523

[33] K.K.Yudahin, K.R.S., 1965, s. 637.

[34] Oyrotsko-russkiy slovar, M., 1947, s.116.

[35] Yakutsko-russkiy slovar, M., 1972, s.318.

[36] Tatarsko-russkiy slovar, M., 1966, s.471.

[37] Turkmensko-russkiy slovar, M., 1968, s.567.

[38] Çuvaşsko- russkiy slovar, 1954, s.159.

[39] Tuvinsko-russkiy slovar, M., 1955, s.355.

[40] Azerbaycansko- russkiy slovar, Baku, 1965, s.299.

[41] Gagauzsko- russkiy slovar, M., 1973, s.402.

[42] Yudahin K.K., K.R.S., 1965, s. 123-33.

[43] Kazaksko- russkiy slovar, s. 82.

[44] Başkırsko- russkiy slovar, s. 97.

[45] Tatarsko- russkiy slovar, s. 549.

[46] Kumıksko- russkiy slovar, M., 1969, s. 69.

[47] Uzbeksko-russkiy slovar, 1957, s.552.

[48] Russko- Nogayskiy slovar, s. 294.

[49] F. Poyarkov’un 1890 yıllarında Kırgızların hastalıklarla ilgili folklorik tedavi uygulamaları ve inançlarıyla ilgili derlediği bilgilerde sözkonusu hastalığın adının bezgek, kaldıratma (kaltıratma ihtimali yüksek, duyduğu şekilde yazmış olsa gerekir) olduğunu tespit edip bezgek sözünün bu hastalığın başat adı olduğunu ifade etmektedir. Bu hastalığın korku duyulan iyeler, yeme, içme ve su içmeden kaynaklandığını bildirmektedir. Bu hastalığın iyesinin yaşlı bir erkek ya da çirkin yaşlı bir kadın olarak düşünüldüğünü, genellikle sazlık ve bataklık yerlerde olduğuna inanıldığını belirtir. Kendisi tıp doktoru olduğu için bilimsel veriler ışığında çalışmalar yapmıştır. Bkz. F. Poyarkov, Karakirgizskie legendı, skazki: verovaniya, Almatı, 1900, s. 36.

[50] N.İsmatullayev, (Kand. Diss.) 1964, s. 96.

[51] Uzbeksko- russkiy slovar, М., 1957, s. 182.

[52] Turkmensko- russkiy slovar, M., 1968, s. 779.

[53] Russko-turetskiy slovar, M., 1972, s. 383.

[54] Yakutskiy- russkiy slovar, 1956, s. 268.

[55] Oyrotsko-russkiy slovar, M., 1942, s. 70.

[56] Tuvinsko-russkiy slovar, M., 1955, s. 448.

[57] Azerbayjansko-russkiy slovar, Baku, 1965, s.103.

[58] Turkmensko- russkiy slovar, M.,1968, s. 228.

[59] Russko- Nogayskiy slovar, M., 1956, s. 294.

[60] Russko- yakutskiy slovar, M., s. 268.

[61] K.K.Yudahin, K.R.S., F., 1969, s. 883.

[62] K.K.Yudahin, K.R.S., F., 1969, s. 996.

[63] K.K.Yudahin, K.R.S., F., 1969, 675, s. 732.

[64] K.K.Yudahin, K.R.S., F., 1969, s. 557-711.

[65] Bu hastalık, tıpta çıykan /sızdook diye ayrılmamıştır. N. A. Aliyev, C. Tınıstanov, Meditsinalık terminderdin orusça-kırgızça sözdügü, F., 1964, s. 470.

[66] Türkçe Sözlük, Ankara, 1998, s. 298.

[67] Kazak tilinin tüşündürmö sözdügü, Almatı, 1961, C.2, s. 485. Sözkonusu hastalık: şıykan,sızdawıq; ‘furunkul’, ‘çirey’ adlarıyla verilmiştir. Bkz. Kazaksko-russkiy slovar, Almatı, 1954, s. 402,-309.

[68] Azerbayjansko-russkiy slovar, Baku, 1965, s. 394.

[69] Başkirsko-russkiy slovar, M., 1958, s. 471.

[70] Başkırsko-russkiy slovar, s .394.

[71] S. N. Nadjı, Uygursko-russkiy slovar, M., 1968, s. 416.

[72] Gagauzsko-russko moldovskiy slovar, M., 1979, s. 554.

[73] Tatarsko-russkiy slovar, M.,1966, s. 640.

[74] Uzbeksko-russko slovar, M., 1957, s. 366.

[75] Tuvinsko-russkiy slovar, M., 1947, s. 76.

[76] Turkmensko-russko slovar,m., 1968, s. 642.

[77] Kazaksko-russko slovar, A., 1954 s. 366.

[78] Oyrotsko-russkiy slovar, M., 1947, s. 137.

[79] Hakasko- russkiy slovar, M., 1953, s. 169.

[80] Hakasko- russkiy slovar, M., 1953, s. 189.

[81] Ali Rıza Yalman, Cenupta Türkmen Oymakları II, İstanbul, 1993, s.65.

[82] Bu hastalığın tedavisine yönelik yasaklamaları D.K. Zelenin, Slavyan halklarında da tespit etmiştir. Bkz. D. K. Zelenin, a.g.e., C.9, s. 80.

[83] Divanü Lugâtit- Türk, ind. Taşkent, 1967, s. 361, 450.

[84] Divanü Lugâtit Türk, 1969, s. 450.

[85] K.K. Yudahin, K.R.S:, s.476, 478.

[86] Kırgız tilinin tüşündürmö sözdügü, F., 1968.

[87] Kazaksko-russkiy slovar, Alma- Ata, 1954, s..457.

[88] N. İsmatullayev, a.g.e., 1964, s. 8-9.

[89] Tatarsko- russkiy slovar, s. 304-308.

[90] Russko- uygurskiy slovar, M., 1956, s. 208.

[91] Çuvaşsko-russkiy slovar, M., 1954, s. 249.

[92] Etimologiçeskiy slovar, çuvaşskogo yazıka, Çeboksarı, 1964, s. 76, 101.

[93] V.G. Egorov, atalgan sözdük, s. 26, 101.

[94] Tatarsko-russkiy slovar, s. 530.

[95] Başkirsko-russkiy slovar, s. 472.

[96] K.K. Yudahin, K.R.S., s. 294.

[97] K.K. Yudahin, K.R.S., s. 682.

[98] A. Haydar Bayat, İslâm Öncesi Orta Asya Türk Dünyasında Tababet,” Türkler, C.III, Ankara, 2002.

[99] Müjgân Üçer, “Sivas’ın Tıbbi Folklorunda Göz Hastalıkları,” Türk Folkloru, Sayı:43, Şubat, Ankara, 1983.

[100] Eren Akçiçek, “Anadolu Halk Hekimliğinde “Köpek” İle İlgili Olarak Tatbik Edilmiş Ampirik Uygulama ve Tedavi Usulleri”, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, C.IV, Gelenek, Görenek ve İnançlar, Ankara, 1992.

[101]  Zeki Çıkman, “Folklorumuzda ve Edebiyatımızda Göz,” Ankara, 1977.

[102] Tuncer Bağışkan, “Kıbrıs Türk Halkbiliminde Ölüm,” Ankara, 1997, s.63.

[103] Müjgân Üçer, “Sivas’ın Tıbbi Folklorunda Göz Hastalıkları,” Türk Folkloru, Şubat , Ankara, 1983, s.43.

[104]Dr. Sevgi Şar, “Afyon Yöresi Halk Hekimliğinde Görülen Uygulamalar,” Kült. Bak. IV: Milletlerarası Türk Halk Kongresi Bildirileri, C.VI, Gelenek, Görenek ve İnançlar, Ankara, 1992, s.241.